Bu Blogda Ara

17 Mart 2012 Cumartesi

Beyaz Caz'ın Kırmızı Köpüğü...

   Benim davulculara çok özel bir ilgim var. Lise yıllarımda da davul çalmayı denemiştim hatta. Yıllar geçtikçe benim davul merakım, caz davulcularına karşı gelişen daha spesifik bir merak haline geldi. Bir süre sonra, başka tarzlara dair davulcuların ritimlerinden sıkılmaya başladım. Kendini tekrar eden ritimler insanı bir yerden sonra cidden rahatsız edebiliyor.

   Caz ile tanışmama Dave Brubeck'in vesile olduşudur belki de, tanıdığım ilk davulcunun da "Joe Morello" olmasının nedeni. Sonraları "Gene Krupa" adına aşina olup uzunca bir süreyi de dünya Krupa'nın bagetlerinin arasında dönüyormuş gibi hissederek geçirdim. Buddy Rich, Elvin Jones, Lional Hampton, Steve Gadd, Art Blakey gibi bir çok davulcuya hayranlık besleyerek geçirdim hayatımı. Ancak talihsizliktir ki, yukarıda saydıklarımdan sadece Steve Gadd hala hayatta. En son geçen sene Joe Morello ayrıldı caz dünyasından. Tabi ki ilk duyduğum ve en çok sevdiğim davulcunun ölümü, beni de oldukça üzdü. Hala ara ara YouTube açıp, neredeyse tamamen kör olan gözlerine ihtiyaç duymadan elindeki bageti düşürüp, ritmi kaçırmaksızın yeni baget seçerek yaptığı Take Five şovunu seyrediyorum.

   Davulculardan bahsederek başladım çünkü bu kez günümüzde eskisi kadar popüler olmayan ve çok rastlanmayan bir tarzın yeni albümünden bahsedeceğim. Eskisi kadar moda değil sanırım davulcuların liderliğinde gruplar, triolar veya orkestralar ama bu adam gerçek anlamda bunun hakkını verebilen bir isim. Belki yukarıda saydığım isimler gibi yüzyılın en iyileri listelerine girememiş ama o listelere giren isimlerle birlikte çalışmış muhteşem bir davulcu, "Jeff Hamilton", triosu ile beraber yeni bir albüm çıkarttı. Aşina olmayanlar için bu trioyu biraz tanıtalım.

Jeff Hamilton:


   1953 doğumlu bir davulcu Jeff Hamilton. Triosunun yanısıra ayrıca bir de orkestrası var ve her ikisiyle de çalışmalar yapıyor. Referansları dünyanın dışına taşabilecek kadar güçlü bir davulcudan bahsediyoruz. Müzik hayatı boyunca çalıştığı isimlerin neredeyse tamamı efsaneler arasında. Ella Fitzgerald, Rosemary Clooney, Count Basie, Oscar Peterson ve Ray Brown şeklinde birkaçını sayarsak sanırım yeterli olur. Olmuyorsa, daha güncel olarak da tanıtabiliriz Hamilton'u, Diana Krall'ın sade ve naif tavrı ile her parçadan sonra sarfettiği 3-5 kısa cümleden birisidir Jeff Hamilton : "Thank you and god bless you, Anthony Wilson.... Jeff Hamilton..." İşte o Jeff Hamilton burda da bahsettiğimiz. Diana Krall konserlerinin vazgeçilmez davulcusu. Efsanelerle çalışma geleneğini de bozmuyor görüldüğü gibi...

Cristoph Luty:


   Aslında aynı zamanda Hamilton'ın orkestrasının basçısı olduğu için, yukarıda saydığımız efsane isimlerin birçoğu ile çalışmış çok yetenekli bir kontrbasçı Luty. Enstrümana çok hakim ve tüm duayenlerden tam not almış bir isim. Jeff Hamilton Trio web sitesinde kısa bir biografisini bulabiliyorsunuz.

Cristoph Luty

Tamir Hendelman:


   Henry Mancini Institute Orchestra dahil bir çok ünlü ekip ve müzisyen ile çalışmış bir isim. Aldığı müzik ödülleri ve beraber çalıştığı sanatçılar için yine trionun web sitesinden bir bağlantı veriyorum. Barbara Streisand gibi önemli bir ismin arkasında çalmış. 2001 yılından beri Hamilton orkestrasının piyanisti.


Tamir Hendelman

   Müzisyenler çok yetenekli ve şüphesiz çok önemli isimler. Yine de albüm için vereceğim referanslar bunun la sınırlı değil. Bugüne kadar hep beğendiklerimin yanında beğenmediklerimi de yazdım ve eleştirilmesini gerekli gördüğüm herşeyi eleştirdim. Bu albüm için, bir trio ölçeğinde düşünerek, eleştirebilecek birşey bulamadım. Aşina olduğum ve sevdiğim bir isim Jeff Hamilton, özellikle de Diana Krall hayranlığım göz önünde bulundurulunca. Ancak bu albüm standart üstü bir albüm olmuş. Ben o kadar beğendim ki, yarattığı heyecanı gidermek için yazıyı bitirir bitirmez bir yürüyüşe çıkmayı planlıyorum. Albüm isim parçasını defalarca dinleyip, ardından o heyecanla bir yürüyüşe çıkacağınızı da tahmin ediyorum. Telif hakkı sıkıntısı yaratabilecek içerik yayınlamak istemiyorum, o yüzden YouTube üzerinde sadece Hamilton'ın bir söyleşisini veriyorum ancak bir yandan da bu albümdeki müziği paylaşamadığım için en hafif anlatımı ile acı çekiyorum. Cidden çok keyifli swing motifleri var albümde. Alın ve dinleyin, pişman olmayacaksınız.

   Bu kadar laf kalabalığı yerine tek cümle ile anlatmak gerekirse: "Caz böyle yapılır !"

RED SPARKLES - Jeff Hamilton Trio


 2. Bye Ya 
 3. On And On 
6. Laura
  8. Red Sparkle 

Jeff Hamilton ile albümü ve kendisi hakkında:








16 Mart 2012 Cuma

The Music of America ...

   Zaman insanın tüm yargılarını ve düşüncelerini sinsi sinsi kıkırdayarak değiştirir. Bir gün kesin gerceğiniz olan fikirler, bir süre sonra yerini yenilerine bırakıverir ve artık o yeni fikirler kesin gerçekleriniz oluvermiştir. İnsanı gülümseten tarafı ise, başka bir değişim gününün geleceğinden emin olabilmektir. Her konuda olduğu gibi, müzik serüvenimizde de buna çokça rastlayabiliriz. Benim kişisel serüvenimde de "Miles Davis" bundan nasibini alanlardan biri olmuştur.

   Caz ile ilk tanıştığım yıllarda, yaşım da çok küçük olduğu için adını bile duymadığım, sonraları genç yaşlarımda büyük hayranlık beslediğim, bir dönem rock etkili albümleri ile tanışınca tekrar soğuduğum ancak sonradan geri dönüş yaparak yine listemde yukarılara işlediğim bir isim Miles Davis. Oysa ben de kimmişim ki, Miles Davis'i eleştrip onu sıralamalara koymuşum, değil mi ? Tartışmasız caz tarihinin en ilginç trompetçisi ve eğer trompet denilen enstrümanın bir virtüözlük mertebesi varsa, bunun da ilk talibi. Adı söylenildiğinde akan sular duran cazcı Miles Davis.

   Yazıya başlık olarak verdiğim isim, The Music of America, Wynton Marsalis'in yeni albümü. Miles Davis ile ilgili bir giriş yapma nedenim ise, 1986 Vancouver Uluslararası Caz Festivali ve yaşanan müthiş hikaye. Miles Davis sahne alırken, Wynton Marsalis sahneye davetsiz atlayıp trompet çalmak istiyor ancak Davis kendisini pek de kibar olmayan ifadeler ile sahneden kovuyor. Marsalis'in ısrarı üzerine ise kendini kanıtlamasını isteyerek küçük düşürüyor. Ben Marsalis'in yerinde olsaydım, Miles Davis gibi bir dev ile aramda bu olay geçtikten sonra, kesinlikle müziği bırakır veya başka bir türe yönelirdim. Ne de olsa; caz demek Miles demek, Miles demek caz demek. Hele ki zaten bütün duayenlerin eleştiri oklarının hedefi olmuşken caz hayatı boyunca, bu kadarı da fazla gelebilir insana.

   Başka tarafından bakalım bir de bu olaya. Miles Davis benim için önemli bir isim. Hem de çok... Onun trompetten aldığı seslerin ne kadar özel ve özenli olduğunun da farkındayım, temposunun ne kadar zorlayıcı ve üst düzey olduğunun da... Ancak Miles Davis'i, asla büyük cazcılarla kıyaslamamamın bir gerekçesini de kenarda hazır tutuyorum. Caz, klasik bir tarz. Popülarite kaygısı gütmeksizin, meraklısına pazarlanır ve yer bulduğu ortamlarda çalınır veya dinlenir. Hele ki, mainstream ve yakın çevresi, biraz da gönüllü işidir. Miles Davis'in de "cool" ve "fusion" çalışmaları, özellikle de John Coltrane ile birlikte olanlar, beni de dinledikçe benden alıyor. Ancak bu hiçbir zaman için, benim gözümde popülist kaygılarla altyapı değişikliğine gitmiş bir pop veya rock caz sanatçısı izlenimini silemiyor. Bu tarzı ile benim gözümde büyüklüğü kadar küçülüyor Davis. Gençlere caz sevdirelim tadında bir enternasyonel arabulucu edası, hiç mi hiç yakışmıyor böyle büyük üstada bence. Kimse, eline trompetini aldığı zaman Marsalis veya başka bir trompetçiden çok daha yetenekli veya üstün olduğunu inkar edemez ama bir dönemden sonra yaptığı müziğin de arkasında duracak olanlar, klasik caz kültüne ihanet etmiş olurlar.

   Ben demiyorum ki, Davis'in yaptığı geç dönem müzik dinlenmez, kötüdür, kalitesizdir.. O farklı birşey. "Louis Armstrong" çok güzel söylemiş bir söyleşisinde, "iki çeşit müzik vardır, iyi müzik ve kötü müzik. ben iyisini dinlerim". Konuyu özetleyen bir bakış açısı bu. Davis'in yaptığı son dönem müzik de, iyi müziktir, ve ben de dinlerim. Ama caz perspektifinden de göğsümü gere gere ve haddimi düşünmeyerek eleştiririm. En azından, bunu yaptıktan sonra, birilerini eleştirirken maksimum dikkat sergileyip, sınırları çizmek gerekir. Tarihin en çok satan caz albümünü yapmak adına sound değiştirdikten sonra, birilerini klasik olmakla, yenilik getirememekle veya tempoya ayak uyduramamakla suçlarsanız, sizi de birileri ile kıyaslarlar. Kaldı ki, caz tarihi nice efsanelere sahip, bunların hepsi kendi mağrur çerçevesinin sınırlarını çizip daha naif söylemlerle katkıda bulunmuşlar sürece. Davis ise, hayatı boyunca bu naif tarzdan yoksun ve bir üst basamaktan bakan bir tavır sergilemiş. Sevemediğim tarafı da bu aslında.

   Herşeye rağmen, bu yazıya Miles Davis ile girme nedenim, eleştirmek değil de, artık yaşamadığı için hakkında yazamayacağım bir caz efsanesi ile ilgili birşeyler söyleyebilmekti. Ne kadar benim bakış açımdan  eleştiriye açık tarafları olsa da, farklı kişiliği, trompet yeteneği ve elini attığı her işte çok başarılı olmasını sağlayan üstün zekası ile caz tarihinin yine de en önemli isimlerinden biri. Serüvene renk katan bir adam.

  Konuya dönecek olursak, caz demek kimse demek değildir, kimsenin adı da caz için bir yol tabelası değildir. İsim ne kadar büyük olursa olsun. Dolayısı ile, Davis veya bir başkası ne derse desin, Wynton Marsalis caz yapıyor. Güzel de yapıyor benim kanımca. Dinlerken beni eskilere götürüyor en azından, birçok parçasıyla. Üstelik bence iyi de bir trompetçi. Beklentileri nerede tuttuğumuz ile alakalı biraz da, elimizdekinden ne keyif alacağımız. Herkes bir "Louis Armstrong" veya "Dizzy Gilespie" beklentisi içerisinde, konu trompetten açıldığı zaman ancak, benden duyduğunuz için üzgünüm, ikisi de Hakkın rahmetine kavuştular. Elimizde Wynton Marsalis var. Üstelik o dönemlerden kalma bir müzik yapıyor. Eleştirilen bir tarafı olmasına rağmen bu aynı zamanda övgüye değer de bir iş çıkartmasına neden oluyor bence. En nihayetinde belirli bir müzik evrimini tamamlamış ama bir yandan da eski lezzetleri hatırlatabilen bir müzik.

   Albüm, kısaca Amerikan müzik serüvenini anlatmaya çalışmış. Kıtanın her tarafından çok fazla unsur barındıran bir yapısı var. Gospel motiflerinden tutun da, latin caz ritimlerine, klasik big band döneminden daha modern bebop denemelerine hatta country armonilerine kadar her türden birşeyler katmış albüme Marsalis. Gerçi onun en çok eleştirilen tarafı da, renginin belli olmaması ve bir yönde gitmektense her yere sıçrıyor olması ama bu albümün özelinde güzel olmuş. Amacına da uygun olmuş diyebiliriz. Bir başyapıt beklentisi ile dinlemediğiniz sürece, keyifli bir albüm. Ben keyifle dinliyorum şu an.

   Ocak 2012 çıkış tarihi. Bu sene içerisinde çıkan albümleri dinleyip seçmeye çalışırken, en çok hoşuma giden albüm oldu diyebilirim. Can alıcı ustaların yeni çalışmalarını hazır tüketip tanıtmışken, elde kalanın en iyisi de bu. Sonuçta satışından kar almıyorum, tek amacım dinleyip beğendiklerimi paylaşmak ve bu nedenle de eğrisini doğrusunu bir arada yazıyorum. Bu albümün de aşağı bakan tarafları var. Davul ve ritimler beni hiç tatmin etmedi açıkcası. Ritimlere bakarak konuşursak, cazdan çok 1960'lardan kalma 4 kişilik pop rock grubu kokusu var. Ancak Marsalis'in trompetine odaklanarak dinlerseniz ve kalanı gözardı ederseniz, bu açığı kapatabilecek kadar potansiyeli olan bi albüm.

   YouTube ve satın alma bağlantıları aşağıda. Videolar bu albüm ile ilgili değiller, Marsalis'ten örnekler vermek için verdim sadece. Albümü kendiniz deneyin...



CD 1 
 Express Crossing (Astride Iron Horses) – from: Jazz: 6 1/2 Syncopated Movements 5:12 
“D” in the Key of “F” (Now the Blues) – from: Jazz: 6 1/2 Syncopated Movements 5:16 
 Jump – from: Jump Start - The Mastery of Melancholy 4:23 
 Station Call – from: Big Train 2:10 
 The Caboose – from: Big Train 7:08 
 Church: Renewing Vows (Instrumental) – from: Sweet Release & Ghost Story 7:19 
 Go, Possum, Go (Instrumental) – from: Reeltime 2:02 
 Jean-Louis Is Everywhere – from: The Marciac Suite 4:56 
 For My Kids at the Collège of Marciac – from: The Marciac Suite 4:02 
 Sunflowers – from: The Marciac Suite 9:58  
 Hellbound Highball (Instrumental) – from: At The Octoroon Balls - String Quartet No. 1 8:21 
 The Fiddler’s March (Instrumental) – from: At The Octoroon Balls - String Quartet No. 1 3:27 
Movement 1: Jubal Step – from: All Rise 11:22 
 Movement 12: I Am (Don’t You Run From Me) – from: All Rise 11:53 

 CD 2 
 The Majesty Of The Blues (The Puheeman Strut) – from: The Majesty Of The Blues 15:07 
 The Dance – from: Jump Start - The Mastery of Melancholy 3:38 
 Move Over – from: Blood on the Fields 10:04 
 Double Rondo On The River (Pedro’s Getaway) – from: Tune in Tomorrow 9:27 
 Spring Yaoundé – from: Citi Movement 6:00 
 Soul For Sale – from: Blood on the Fields 6:08 
 Altar Call – from: In This House On This Morning 1:29 
 In The Sweet Embrace of LifeSermon: Holy Ghost – from: In This House On This Morning 16:04 
The Death Of Jazz – from: The Majesty of the Blues 12:39 
 Oh, But On The Third Day (Happy Feet Blues) – from: The Majesty of the Blues 6:45


Miles Davis ile aralarında geçen olayın haberi:



Tom Cat Blues - Wynton Marsalis at Jazz in Marciac 2011 



Dead Man Blues - Wynton Marsalis at Jazz in Marciac 2011   






13 Mart 2012 Salı

Erkekseniz caz yapın !

   Caz ile ilk ilgilendiğim yıllarda, herhangi bir arka plan veya altyapı incelemesi yapacak yaşta olmadığım kesin. Ancak ilerleyen yıllar, beraberinde bazı karşı duruşlar, bazı isyanlar da getirdi benim için. Bunların en basit olanı, caz müzik çevresinde çöreklenen dinleyici kitlesi olmuştur. Dünyayı gezdiğim söylenemez dolayısıyla da bizim ülkemizde mi böyledir yoksa bu küresel bir tavır mıdır bilemiyorum ama genel itibarı ile caz müzik, eğitimli ve maddi olarak daha üst seviyede insanların dinlediği bir tarz olarak ün yapmış. Peki ama neden ?...

   Ben mi yanlış biliyorum yoksa bu yakınçağ Kuzey Amerika plantasyonlarındaki köleler değil miydi bu müziği şekillendirenler ? Blues dediğimiz tarz kendine toplumda yer bulamayan afro-amerikalı yoksulların protest seslerinden kök salmamış  mıydı ? 1900'lerin başlarında, New Orleans, Ragtime dönemlerinde, yine aynı afro-amerikalılar, bir çıkış umudu ile küçük barların sahnelerinde kornetleri ile keşfedilmeyi beklemiyorlar mıydı ve yine ellerinde kornet olmasının nedeni, trompet almaya yetecek paraları olmaması değil miydi ? Eğer ben büyük bir cehalet içerisinde en azından tek gözüm kör bakmıyorsam konuya, caz dediğimiz müzik, yoksul insanların çevresinde toplandığı, acılarını paylaşmak için ortaklaştığı, iç ısıtan bir kamp ateşi olmalıydı. Ama 1940'lar bu gelişimi tümden yalanlayıp, beyaz egemenliğinde bir big band dönemi başlatınca ve özellikle de sonrasında Chicago ve New York Boogie adıyla 12 beat blues armonileri gece klüplerinde zenginlerin vazgeçilmez dans tutkusu oluverince, caz için de başka bir dönem başlamış oluyordu. Artık afro-amerikalı egemenliğinden de çıkmaya başlayan cazın, zengin kitlelerin elit eğlencesi haline dönüşümü...

   Tüm bu olup bitenler belki de engellenemez bir gelişim sürecidir. Bunlara isyan etmek, bir açıdan, yeni nesil otomobillere isyan edip, Henry Ford zamanında herşey ne güzeldi demek gibi de olabilir. Sonuç olarak, 1890-1920 dönemi arasında yapılan caz müziği hala dinliyor olsak da, bir yandan da cılız ve insanı gülümsetecek kadar mükerrer olduğunu kolaylıkla görebiliyoruz. Yine de bu durum, günümüzde maddi olarak bir seviyeyi aşan kitlenin caz etrafındaki kümeleşmesini ve güneyin fakir çocuklarının yanık çığlıklarını bir düzey göstergesi haline getirmesini açıklamıyor. 

   1940'ların big band patlamasına öncülük etmesinin yanısıra, o yıllar ile başlayıp sonrasında büyüyegelen bir "diva" fenomenine de başlangıç noktası oluşturduğu su götürmez. Benim caz tarihi adına ikinci isyanımın başladığı nokta işte tam da burası. Hatta kafamın alamadığı bir çelişki de bu denklemin sonunda kendini gösteriyor. 

   Açık söylemek gerekirse, ben de kadın sesini daima tercih ederim ve erkek sesine göre daha etkileyici bulurum. Yalnız olmadığım da çok açık bir şekilde ortalıkta ki, iş vokallere dayandığı zaman, en iyiler listelerini hep kadınlar doldurmuş. Caz için de bu çok farklı değil. Biraz önce bahsettiğimiz dönemde kadın vokal patlamasının başlamasından bugüne dek hemen hemen tüm ünlü caz vokalistleri kadın seslerinden çıkmış. İsimler saymakla bitmez; Ella Fitzgerald, Billie Holiday, Josephine Baker, Sarah Vaughan, Dinah Washington ve daha birçok muhteşem vokalist. Erkeklerden iyi vokalistler yoktur demiyorum ancak bir oran vermeye kalkışırsak, sanırım kadın vokalistler ezici bir şekilde üstünlüğü ele alırlar. Müzik türlerinin tamamı için kadın enstrümanist sayısının azlığı da kesin ve su götürmez bir durum. Ama gelgelelim iş caza gelince, sayıda azlıktan ziyade yokluktan söz etmek lazım. Neredeyse elle tutulur bir caz enstrümanisti kadın bulabilmek imkansız. Örnekler çok münferit ve ismi duyulmamış. Ben de yıllar yılı bunun nedenini merak ettim durdum. Her ne kadar 1990'lı yıllardan sonra piyasaya çıkan bazı caz müzisyenlerinin arasında önemli kadın sanatçılar olsa da, bugün bile bu sayı oldukça azdır. Hele ki "mainstream" caz için neredeyse yok gibidir. Akla gelen ilk önemli isim sanırım, benim de bir albüm çıkartsa da ben de tanıtsam diyerek hevesle beklediğim "Diana Krall". Son albümü 2009 çıkışlı olduğuna göre, zamanı da gelmiş. Gerçi o da bir vokalist, yanı sıra piyano çalıyor ! Herneyse...

   Bir gün bıkkın bir şekilde caz sitelerinde dolanırken gözüme çarptı bir isim. "Jennifer Jane Leitham". Üstelik kontrbas çalıyor. Şaşırmıştım açık söylemek gerekirse. Hemen ne müzik yapıyormuş diyerek, YouTube yollarını arşınlayıverdim, oldukça etkileyici geldi bana stili. Ayakta kontrbas çalarak dans eden, seyirci ile söyleşen, çok canlı bir kadın. Hem de sol el ile çalıyor. Biraz araştırma yapınca, bir söyleşisinde gördüm ki, aslen solak değilmiş. Günlük hayatında sağ elini kullanmasına rağmen, bas çalarken sol elini kullanıyor, hatta sağ eli ile çalamıyormuş. Bunun nedeni olarak da, gençliğinde Beatles şarkıları çalarken "Paul McCartney" taklidi yapmak için sol elini kullanarak başlamasını gösteriyor. Aynı söyleşi, bana neler olup bittiği ile ilgili de çok fikir verdi. Hiç bilmediğim biryüzü ile karşılaştım caz dünyasının.

   Jennifer Jane Leitham, daha önce bilinen adı ile John Leitham, ameliyat ile cinsiyetini değiştirerek kadın olmuş. Bu hikayeyi de anlatırken, caz dünyasının maço ve erkek egemen oluşu ile ilgili bazı dokundurmalara yer vermiş. Ameliyat sonrasında yaşadığı sıkıntıları, daha önceden anlaşılmış olanlar dışında iş bulmakta çektiği zorlukları ve duayeni olduğu bazı festivallere davet edilmeyişini aktarmış. Bu ameliyat öncesinde "Mel Torme" gibi bir isimle çalışıyor olmasına rağmen, referanslarının bir anda tükenişi, çok ilgi çekici. 

   Çok açık bir şekilde, her tarihsel dönem, her toplum açısından, yenilikleri sindirmekte zorluklar yaratmıştır. Aynı tarih, bir dönem önce sindiremediği yenilikleri, bir dönem sonra kendisi taçlandırır. Nasıl ki, "The Beatles" ilk çıktığı dönemde, gelenekçi İngilizler tarafından bir tehdit olarak algılanmış ve Amerikan müziğinin kendi geleneklerini yok etmesine dair kaygılar yaratmışsa, bir dönem sonra, aynı İngiliz geleneğinin Kraliyet Ailesi tarafından ödüllendirilmiştir. Bu durum istisnasız her yeni tarz için geçerli olmuştur ve olacaktır. Caz müzik de ilk çıktığı dönem gelenekçilerin çok hoşuna gitmemiştir doğal olarak. Günümüzde de elektronik türler, yine gelenekçilerin sert savunması ile sıkı bir karakucak güreşe tutuşmuş halde. 

   Ancak caz dünyasının kadınları veya eşcinselleri sindirmekte güçlük çeken maço tarafı beni çok şaşırttı, hatta biraz sinirlendirdi. Toplumun üst tabakalarını oluşturduğunu iddia eden duayenler güruhunun erkek egemen olması ve maço tavırlar sergilemesi, kafalardaki caz dünyası imajı adına bence bir fiyaskodur. Gelişimi üzerinden neredeyse 120 yıl geçen bu emektar klasik türün 1890'lardaki ilk temsilcileri olan plantasyon köleleri, eminim ki bu kadar maço da değillerdi, dar kafalı da değilllerdi, erkek egemen de değillerdi. Bunu düşününce, akla ilk gelen sanırım şu oluyor; ekonomik seviye, akademik eğitim veya toplumsal çevre açısından durulan yer insanların kafalarındaki bağnazlığı çözemiyor. Birileri hala kadınların iyi enstrüman çalamayacağını düşünebiliyor veya iyi enstrüman çalabilme tekelini erkekler arasında tutmak isteyebiliyor. Klasik müzik dünyası ise her neden ve nasılsa bu dar kafalılıktan öyle güzel sıyrılmış ki, ülkemizde dahi benim jenerasyonumun yetişebildiği 3-4 kadın piyano virtüözü yetişebilmiş. Demek ki kadınlar bırakın enstrüman çalabilmeyi, virtüöz de olabiliyorlarmış. Ama her nedense caz dünyasında vokalistlik kafesinde hapsedilmişler. Yani sergileyecek fiziksel güzellikleri yoksa veya insanın ruhunu okşayacak bir ses tonu ile gelemiyorlarsa, yetenekleri onları bu dünyaya sokmaya yetmiyor. 

   Eğer Jennifer Leitham yakın zamanda bir albüm çıkartmış olsaydı, buradan albümünü tanıtmak isterdim. Biraz kurcalamama rağmen, YouTube üzerinde de resmi bir yayınına rastlayamadım. Ancak o kadar keyifli bir basçı ki Leitham, bu özel örnek için sadece resmi yayıncının yayınladığı video bağlantılarını verme prensibimde bir delik açıyor ve birkaç YouTube videosunu sizlerle paylaşmak istiyorum. Çok da keyifli caz yapıyor Leitham. Caz yapmak için erkek olmak gerekir diyenlere de, erkekseniz caz yapın diyor. Buyrun !

Jennifer Leitham Trio - "C.O.D."


Jennifer Leitham Trio - "Turkish Bizarre"




11 Mart 2012 Pazar

Come Sunday !

   Öylesine internette geziniyordum pazar sabahı. Tesadüfün böylesi ya, henüz dün gece "Amy Winehouse" belgeseli getirdi bana kardeşimin eşi. Hemen bir gözatıverdim tabi merakımı gidermek için. Amy Winehouse benim için özel bir isimdi, askerlik günlerimi kolaylaştıran, mesai sonrası beni sakinleştiren tek sesti diyebilirim. O'nsuz uniforma günleri daha zor geçerdi, bundan eminim. Her gece yatmadan önce, nizamiye içerisindeki tek servetim olan mp3 çalarımı kulağıma takar, ben uyurken muhtemelen bitecek pillerin maliyetini de göze alır, onun sesiyle uyurdum. Ölümüne oldukça üzülmüştüm. Tesadüf nerede, değil mi ? Tam da bu sabah internette dolanırken rastladım, Amy Winehouse'un babasının grammy ödüllerindeki sözlerine. Dikkat etmemişim bu sabaha kadar. Son olarak söyledikleri beni gülümsetti. "Etta James", "Whitney Houston" ve kendi kızının yakın tarihlerde sıra ile ölümüne gönderme yaparak, "cennette güzel kızlardan oluşan bir koro var..." demiş.

   Herkesin cenneti farklıdır diye düşünürüm. Hayallerindeki resimler de, oraya gitmek için yürüdüğü patikalar da... Ama tüm o patikalar ortak bir yolda kesişmiyorsa, bunların bazıları cennete gitmiyor demektir. Yine de, hangi yolun oraya ulaşacağını bilmeye kimsenin gücü yetmiyor. Ben de, skandallar kraliçesinin; uyuşturucu, bağımlılık, rehabilitasyon ve etik sınırları zorlayan birçok anı ile dolu hayatında yürüdüğü patikaların onu nereye ulaştırdığını bilemiyorum ancak bastığı her adımın iz bıraktığı ve daha yıllarca çok konuşulacağı kesin. Kalben, en azından kendi hayal ettiği cennette olmasını diliyorum. 

   Bu şekilde ayrıldım okuduğum sayfadan da, biraz hüzünlü, biraz da düşünceli. Cennet tanımı ile dünyadaki uğraşıların arasında yürüdüğümüz yolları, bazı keyif anları için ödenilen bedelleri düşünerek. Yeni çıkan albümlere bakınmak istedim, biraz da bu fikirlerden kurtulmak için... Yine bir tesadüftür ki, kapak resminde bir kilise çizimi gördüğüm bir albümde durakladım. Belki dakikalarca düşünedurduğum cennet tasfirleri, algımı o kapak resmine odaklamıştır, bilemiyorum. Kiliseye gitmesem de ve bu dinin bir mensubu olmasam da, kilise müziği beni oldukça etkilemiştir hayatım boyunca. Sadece gospel ve blues/soul vokalistlerinin doyumsuz zenci gırtlağından da bahsetmiyorum. Klasik ilahileri dahi keyifli gelir bana kiliselerin. Yine sadece kiliseler de değil aslında, değişik ritimlerle yoğrulmuş tasavvuf etkili parçalar ve hatta bazen Musevi ilahileri de aynı etkiyi yaratabiliyor üzerimde. Sanırım genel itibarı ile ilahilere karşı bir zaaf söz konusu. Belki o da benim zihnimdeki cennet resimlerine giden patikanın taşlarından biridir. Merak ederek inceledim albümü ve şu an incelediğime çok memnunum. Albüm 2010 yılında kaydedilmiş bir "Charlie Haden", "Hank Jones" çalışmasıymış. Charlie Haden ile beraber 1995 yılında kaydettikleri "Steal Away" arşivimde zaten vardı. Eğer caz için rahatlıkla, onu diğer müziklerden ayıran en temel özelliklerden birinin bas farkı olduğunu kabul edecek olursak (ki ben kabul ediyorum), bir çırpıda aklımıza gelebilecek en önemli basçılardan biri olan Haden'ın katkısı sanırım su götürmezdir. Bu albüm, 2010 yılında, Hank Jones'un ölümünden kısa süre önce kaydedilmiş ve henüz piyasa sürülmüş. Bu şekli ile bile, tanıtılmaya, zaman ayırıp bir göz atmaya ve dinlemeye değer. Albüm ile ilgili fikirlerimi aktarmaya geçmeden ise, aklıma takılan bir konuyu gündeme de getirmek istiyorum. 

   Benim şahsen bildiğim ünlü bir kadın kontrbasçı (double bass) yok. Belki benim cehaletimdir ancak bugüne dek hiç duymadım. Bir tek "Jennifer Jane Leitham" var ve o da bir transseksüel, yani cinsiyet değiştirerek kadın olmuş. Leitham'ın hikayesi ve caz dünyasının bu enteresan tavrı ile ilgili olarak daha sonra birşeyler yazmayı da düşünüyorum. Vokalistlik kafesinde hapsedilen caz kadınları....

   Albüme dönecek olursak, çok da değişik birşeyler önermiyor, bilmediğimiz lezzetler ile de gelmiyor. Klasik kilise armonileri, usta bir basçı ve usta bir piyanistin düetinden sunulmuş. Açıkça ifade etmem gerekirse, bu tarz müzik ile çok ilgilenmiyorsanız ve bir bas-piyano düeti çok da ilginizi çekmiyorsa, fazla birşey bulamayacağınız bir albüm. Ancak, güneşli bir sabah, kahvaltıdan sonra kahvenizi yudumlarken piyano dinleyip, güçlü bir bas etkisini de yanısıra hissetmek istiyorsanız ve hele ki bu esnada kendi resmettiğiniz cennete giden patikayı düşünmek, çevrenizdeki havayı da bu düşünceye uygun şekilde dağıtmak istiyorsanız, dinlemenizi tavsiye ederim. Tabi ki Charlie Haden gibi bir isim varken, bas-severler özellikle bir göz atmalı. Şarkıların isimlerini resmi sitesindeki listeden kopyaladım, satıra tıklanıldığında, i-tunes bağlantısı veriyor. Ayrıca aşağıda amazon satın alma bağlantısı ve i-tunes bağlantısı da mevcut. Sanatçının resmi kullanıcısı tarafından YouTube üzerinde verilmiş 44 saniyelik bir kayıt dışında video bağlantısı koymaktan kaçındım, telif hakkı sıkıntısı yaşamamak adına...

   Ben albümü dinlemeye koyulduğumda, "neler oluyor burada !" dedim bir an. Odamı dolduran bas vuruşlar, ark plandan hafif bir piyano melodisi... Charlie Haden böyle birşey yapmış olamaz diyecektim ki, bir an rear hoparlörleri öne, frontları ise arkaya bağlamış olduğumu ve subwoofer ayarının da en yüksekte durduğunu farkettim. Sonra gülmeye başladım. Hala da gülüyorum çünkü, müzik kulağına güvenen ve güvendiği için de bu yazıları yazmaya yeltenen bir adam olarak, 3 gün önce temizlediğim bilgisayarımın ses sistemini yanlış bağlamışım ve sadece piyano ve bastan oluşan bir albümü dinleyene kadar bunu anlayamamışım bile ! İronik elbette...

Come Sunday !
Charlie Haden & Hank Jones






Charlie Haden & Hank Jones
God Rest Ye Merry Gentlemen (Preview 44 seconds)




4 Mart 2012 Pazar

Gelecek vadeden Al Di Meola !

   Başlığı okuyup da, acaba ben mi yanlış okudum demeyin. Bahsedeceğim hikaye tam da bununla ilgili. Al Di Meola gelecek vadediyor. Daha önce bahsetmiştim, orta okul müzik öğretmenimin tavsiyesi ile adını duyduğum Al Di Meola'nın bir tek albümünü dahi dinlemeden bıraktığımdan. Tabi ki, yıllar sonra başka serüvenlerde tanıştım Al Di Meola'nın müziği ile. İlk tanışmam, "Paco De Lucia" ve "John McLaughlin" ile beraber "The Guitar Trio" çalışmaları olmuştu. Hayatım boyunca, bu çalışmaları nasıl bir ego ve ruh hali içerisinde yaptıklarını merak edeceğim. Benim gözümde dünyanın kendi alanında tartışmasız en iyi üç gitaristi ve bir araya gelip çalıyorlar... Çoğunlukla heyecandan tam olarak dinlemeyi beceremediğimiz armoniler ortaya çıkıyor haliyle.

   Dinlediklerim oldukça hoşuma gidince, Al Di Meola'nın solo albümlerini de takip etmeye başladım o yıllarda. Bir süre sonra kanaat getirdim ki, bu adam dünya üzerinde gitar ile yapılabilecek herşeyin zirvesindeydi. Üstelik, çok da ilginç bir şekilde, hem akustik hem de elektronik gitar adına bir virtüöz. İnanılmaz bir yetenek olsa gerek. Referans olarak "Berklee" mezunu oluşu gösterildiğinde aklıma hep şu gelir, acaba Berklee mi Al Di Meola için bir referans yoksa kayıt masasının arkasında duvar boyu bir posteri mi asılı duruyor.

   Nihayetinde, zaman içerisinde bir Al Di Meola dinleyicisi olabilmiş, ancak Al Di Meola'ya karşı bugün beslediğim kadar büyük bir hayranlık besleyememiştim. Yine neden olarak o yıllarda Al Di Meola şarkılarındaki ritim karmaşasını tam olarak kavrayamamamı görüyorum. Belki de sadece, gençliğin heyecanı ile, o muhteşem ve ışık hızındaki solosunu atacağı ve beni benden alacağı saniyeleri bekleyerek dinliyordum. Belki de, rock/metal dinleyen arkadaşlarıma, gururla, bir etnik caz gitaristinin o çok sevdikleri trash gitaristlerinden nasıl da daha hızlı olduğunu gösterip böbürlenmek istiyordum. Ama garantili olarak bildiğim tek şey, Al Di Meola çok hoşuma gitsede, aşırı dinlemediğim ve şarkılara vakıf olacak kadar üzerinde durmadığımdır.

   2000'lerin başlarında, hatta belki de en başında, yani tam 2000 yılında, yakın arkadaşım Mustafa ile boğaz manzaralı eski bir köşkte beraber zaman öldürmeye oldukça alışmıştık. Mal sahibi bina ile pek ilgilenmiyordu ve   tehlikeli tiplerin binayı işgal etmesindense, bizim bakımı da yaparak orda bulunmamızı tercih ediyordu. Harika bir boğaz manzarası ve genişçe bir balkon, o dönem için oldukça büyük ekran bir televizyon, bir VCD çalar bir kasetçalar ve bir "kettle" su ısıtıcıdan ibaret hayatımız, oldukça keyifliydi. CNBC-E yıllarıydı o yıllar, henüz açılmıştı kanal ve güzel programlar oluyordu. Biz de henüz 20'li yaşlarımızın başında, elternatif arayışlarındaydık hali ile. Klasiklerden bihaber alternatif arayışları, yine gençliğin gülümseten hallerinden biri. Bir gece yine sedirlere yayılarak televizyon izlerken, klasik durağımız olan CNBC-E takıldı ekrana. Bir konser henüz başlamıştı. Sanatçıyı anlayamadık ama elinde bir gitar tuttuğu kesindi. Dolayısı ile ilgimizi çekmek için yeterli tüm atmosfer oluşuverdi. Uzakdoğulu olduğu kolaylıkla anlaşılan bir klavyeci "virtüözü diye düzeltebilirim", oldukça genç bir davulcu, bir bongocu ve gitaristin ara ara çaldığı bir trampet-zil setinden ibaret ilginç bir grup.

   Bir süre takip ettik konseri, sonrasında birbirimize kaçamak bakışlar atmaya başladık. Bir ara Mustafa dayanamayıp bana, "usta, adamlar iyi gibi ya" dedi. Tabi çocukluktan gelen müzik kültürüne vakıflık ve buna dair mağrurluk içerisinde, beklenen yorumları sıraladım. "iyi iyi, klavye zaten yetenekli. gitarist de süper ama biraz daha geliştirmesi lazım tabi. bunlar biraz pişsinler, yakında ortalığı yıkarlar."

   Biraz daha geliştirmesi lazımmış garibin, biz 1988'de Montreal Caz Festivalini salladığı görüntüleri izlerken. Halbu ki gelse, çok faydalı fikirler verip daha iyiye gitmesine yardımcı da olabilirdim. Eminim ki çığır açardım müzik hayatında bir kaç dakika içinde. Bizim bu değerlendirmemiz sürüp gitti, aslına bakarsanız konserin sonuna kadar o kadar ileri gittik ki, şu an hepsini anlatmaya utanabilirim. Neredeyse ellerinden tutup şöhret yapacaktık garibanları. Neden sonra konser bitti ve isimler yazmaya başladı. En tepede Al Di Meola'yı görünce, birkaç saniyeliğine, bu adamın tipini pek de bilmediğimizi farkettik, sonrasında kahkahalarla gülmeye başladık. Öyle ki, hayatımın en ciddi gülme krizlerinden biri olarak hatırlıyorum. Bir süre kendimize gelemedikten sonra, biraz açılınca, birbirimize gülüp, "oha lan sen de bunu dedin ha..." şeklinde, olayın utancını ve suçunu biraz üzerimizden atmaya çalıştık, ikimiz de. Nafile tabi ki.

   Üzerinden 12 sene geçti, bu olaydan sonra Al Di Meola ilgim zirve yapmayı yeterli görmeyip zirveyi de zorladı. Bunca yıl sonra, şu an yeni albümünü dinlerken rahatlıkla söyleyebiliyorum ki, kendini oldukça geliştirmiş. İnsan gözü kapalı olarak, gitar denilince bu adam bir numara diyebiliyor. Peki sadece gitar mı ? Ya bir besteci olarak Al Di Meola ? Ya dünya müziğinin o en yakası açılmadık enstrümanlarını ve seslerini alıp, neye benzediğini birkaç yüz kere dinlemeden anlayamadığımız karmaşık fusion ritimlerle harmanlayan Al Di Meola ? Hala daha ritimlerini anlayabilmek için, müziği duymazdan gelerek dinlediğim Al Di Meola. Dinlerken hangi sesi takip edeceğimi şaşırıp, vazgeçip, sinirden ağlamaklı olduğum Al Di Meola.

   Söylenebilecek çok şey var ancak, ben şu kısma değinerek kısa kesmek istiyorum. 1988 yılında Al Di Meola, en iyiydi, şüphesiz. 2000'de de o en iyiydi. Bugün de o en iyi. Çünkü standartları o belirliyor. 1988 yılında, parmaklarını klavye üzerinde göremediğimiz sololar atan ve agresif stili ile gönlümüzde taht kuran Al Di Meola, bugün ne o kadar hızlı, ne de o kadar agresif. Ama müziği o günkünden kat kat daha keyifli, daha olgun ve daha komplike. Hiç değişmeyen şey ise, dünya ezgilerinin en dibinden, en keyifli sesleri çıkartıp harmanlama alışkanlığı. Evet kesinlikle 2011 çıkışlı "Pursuit of Radical Rhapsody" bahsettiğim. Gerçekten dinlediğimiz anda, hiç duymamış olsak da, rahatlıkla Al Di Meola diyebileceğimiz bir albüm. Çünkü bu kadarını ancak o yapabilir.

   Bu albümü dinlerken, aklıma neler neler geliyor. Bahsettiğim trash gitaristlerini dinleyip, yaptıkları işin virtüözlük olduğunu sandığımız yıllar mı, yoksa demin anlattığım ve Al Di Meola ile ilgili kritiklerimin bugün hala beni gülümseten tarafı mı desem. Hepsini bir kenara bırakıp biraz da albümden bahsetsem daha iyi olacak sanırım.

   Pursuit of Radical Rhapsody, klasik bir Al Di Meola albümü olmuş. "Strawberry Fields" çalarken, Al Di Meola'nın gençliğindeki  "Beatles" etkisine dikkat çekmek isterim. Dünya müziği etkisi inanılmaz derecede fazla. Bazılarımız elektronik gitarı ile duymak istiyoruz onu, bazılarımız ise akustik ile. Müjdeler olsun ki, bu albümde ikisini de duyabileceksiniz. Birkaç parçada, klasik Astor Piazzola ve tango etkisini çok güçlü bir biçimde hissedebiliyorsunuz. Hem bu etkinin, hem de gitar deneyiminin zirve yaptığı bir parça, "Full frontal contrapuntal". Yine ilk dinleyişte insana çok keyif veren parçalardan biri "Gumbiero". Tek tek saymaya gerek de yok aslında, her parça, her zamanki gibi birbirinden güzel ve birbirinden ustaca derlenmiş. Bu albümde Al Di Meola, 50'li yaşların ortalarında bir masalcı dede gibi duruyor. Gözlerinizi kapatınca, sanki birileri müzik yapmak yerine, size bir masal anlatıyormuş gibi hissedebilirsiniz. Hatta biraz daha ileri gidip, lirik temalı bir mit, yarı şiirsel bir teknikle kulaklarınıza fısıldanıyormuş gibi. Tüm kafiye arka plandaki etnik melodide ve davul her zaman olduğu gibi bu ses ahengine rediflerle destek veriyor. Ben de sizi, gitarı ile şiir yazan adamın, müzik şairinin şiirini dinlemeye davet ediyorum. Şimdi artık çok iyi biliyorum ki, Al Di Meola gelecek vadediyor, çünkü 10 yıl sonra dinlediğimde, yine standartları o belirliyor olacak ve ben yine kendini çok geliştirmiş diyeceğim.

Pursuit of Radical Rhapsody



Di Meola 8:30

Di Meola 7:47

Di Meola 2:09

Di Meola 7:33

Di Meola 6:19

Di Meola 1:54

Di Meola 4:53

Di Meola 3:06

Di Meola 4:02

Di Meola 5:17

11 Bona
Di Meola 6:02

Di Meola 5:03

McCartneyMurphy 4:11

Di Meola 2:55

Arlen 3:06

Al Di Meola - The Virtuoso
(2009 yılında kaydedilmiş bazı sololarından kesitler)



Al Di Meola - The Making of "Pursuit of Radical Rhapsody"
(Efsane isimler iş başında - Kayıt sırasında çekilmiş bazı görüntüler)