Bu Blogda Ara

30 Aralık 2012 Pazar

Focan standartları belirliyor !

   
     Ülkemde caz sanatçısı olmak zor. Zor çünkü dinleyici kitlesi zaten evrensel manada az olan bir müzik türü olarak caz, bizde daha da az rağbet görüyor, zor çünkü bu kadar az rağbet gören müziği icra ettikten sonra yayınlaması ayrı dert, pazarlaması ayrı dert ve popüler kültüre adanmış medyada icrası ve tanıtımı apayrı bir dert olarak sanatçıyı zorluyor, zor çünkü insanımız zevkleri ile örtüşmeyenlere tahammül veya saygı göstermeyi de pek sevmiyor. Yine de insanlar caz yapıyor ülkemde de, tüm olumsuzluklara inat. Hal böyle olunca, eleştirmeye de kıyamıyorum ülkemin cazcısını ve ayrı bir saygı duyuyorum çoğu zaman. Çünkü farkındayım ki zor bir mücadele veriyorlar. Bazen caz müzik için kendi esnettikleri çıtalardan birer kasnak uydurup, bunun dışında kalanları görmezden gelen elitistler çıkıyor karşıma ve kıkırdıyorum; bazen de gerçekten yaptığı müziğin adına caz denilebilmesi için Berklee'den üç şahit çağırılsa bile muvaffak olamayacak insanlar, yine de caz portföyünde boy gösteren albümleri ile stand-up'larını sergiliyorlar, biraz daha ileri gidip kahkahayı patlatıyorum. Ancak eninde sonunda tüm bu kara mizahı silip, hem müziği hem de duruşuyla içimi ferahlatan birileri yeni bir şeyler üretiyor ve içimden "ben de seni bekliyordum" diyerek gülümsüyorum.

Önder Focan, bu gülümsemelerimin azmettiricilerinden biri olmuştur yıllardır. Herşeyden önce, en azından televizyondan ve diğer medyadan gördüğümüz kadarıyla, naif ve ölçülü kişiliği ile insanı kendini dinlemeye yönelten sakin ve dost bir sesi ve devamında bir müzisyenden daha fazlasını barındıran bir kariyeri var. Tüm bunlar iyi müzik ile de birleşince, Önder Focan'ı dinleyesi geliyor insanın. Hepsinin de ötesinde, Önder Focan aslında Türk Caz'ı için bir marka. Songbook da, Önder Focan markası ile 2012 yılında piyasaya çıkan hoş bir albüm. Bu albüm ve beraberindeki grup ile ilgili bir şeyler karalamadan önce, hatıramdan bir küçük anı aktarmak isterim. 

90'lı yılların sonlarında, yeni müzikler ve müzisyenler keşfetme sevdamızın henüz başlarında, o zamanlar Beyoğlu'nda bir kasetçide çalışan yakın bir dostum keşfetmişti ilk kez Önder Focan'ı. Tabi kısa sürede bir albümünü edinip, o heyecan ile benimle paylaşmıştı. Henüz koltuğa çöküp albümü elime almıştım ki, "Önder Focan ha ? Dinleyelim bakalım." dedim ve Mustafa hala daha unutamadığım şaşkın bakış ile beni uzunca süzdü ve "Usta, çok karizmasın ha, adamın adını Türkçe okuyan kimseyi görmedim henüz, herkes Fokan, Fosan diye saçmalıyor." demişti. Gülmüştük tabi o zaman, toplumun ilk adı Önder olan bir müzisyenin soyadını yabancı dillerde okuma refleksine. Ben şahsen hala gülüyorum. Aynı dönemde, televizyonda rastlamıştım bir Önder Focan konserine. Hatta gençliğinde caz ile alakadar olmuş olan babama dinletmiştim de o pek beğenmemişti Önder Focan'ı. Bahse konu konser bir trio konseriydi ve tabi bir trio'da enstrümanlardan biri de gitar olunca, müzik çok doyurucu olmamıştı. Songbook ile ilgili söyleyeceğim ilk satır da tam bununla alakalı işte, müzik doyuruyor bu albümde. 

Ben gelenek olarak öncelikle eleştirimi sunup sonrasında beğenimden bahsetmeyi yeğliyorum. Eleştiri de değil de aslında, benim bakış açımla alakalı bir sıkıntı. Daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim, benim hayalimde müzik, geliştiği coğrafyanın ve kültürün dili ve izleriyle güzelleşir. Yani aynı örneği vermek gerekirse, İtalyanca bir Türk Halk Müziği şarkısı duyacak olsam, okkalıca küfrederim. O yüzden de, Türkçe caz beni çok cezbetmiyor. Dolayısıyla da bu albümde  dinlemekten en çok keyif aldığım şarkıları sıralamaya kalksam, "She sings the telephone book", "Sympatheticus" ve "Early in the morning" olacaktır. Fakat müzikal açıdan oldukça başarılı bir albüm ve ayrıntılarda şeytanı aramaya da gerek görmüyorum. Bu detayı geçtikten sonra ise, öncelikle gruptan biraz bahsetmek lazım. 

Meltem Ege zaten önemli bir vokal ve özellikle tempolu şarkılarda çok güzel performansı var. Berklee onayı taşıyan bir sanatçıya benim onay vermem de çok anlamlı değil zaten. Davulda benim kişisel olarak Türkiye piyasasında çok beğendiğim bir davulcu, çok da keyifli bir çalışmaya imza atıyor; Kerem Görsev ile çalışmalarından hatırlayacağımız Ferit Odman. Arkadaş arasında davulcu beğenmeme huyum ile ünlenmeme rağmen, Ferit Odman'ın akıcı ve dengeli tarzı oldukça hoşuma gidiyor. Zaten ünü  Türkiye sınırlarının dışında da yankı bulan bir müzisyen ve bu albüm için de benzeri güzellikte çalmış.  Trombonda Bulut Gülen, double bass ile de Ozan Musluoğlu çalıyor albümde. Songbook için standartların üzerinde bir performans diyeceksem bu yazının sonunda, bu iddialı yorumun oldukça önemli bir payını da trompet için kenara ayırmam gerekecek. Şenova Ülker zaten oldukça aşina olduğumuz başka bir isim ve albüme ciddi bir lezzet katmış. Ülkemizde icra edeni bulmakta zorlandığımız bir enstrüman adına gerçekten çok güçlü bir isim ve bu albümde de bu gücü kolaylıkla hissedebiliyorsunuz.

Müzik doyuruyor ve en önemlisi de bu. Caz albümü dinlediğimizi hissettirecek bir atmosfer var ve Önder Focan'dan beklenenin de minimumu zaten bu. Meltem Ege'nin güzel vokali de, bebop stili de çok renkli. "She sings the telephone book", Önder Focan'ın bir hatırasından kaynakla, Ella Fitzgerald için yazılmış ve telefon rehberi okusa bile dinlenir teması taşıyor. Benim için de dinler dinlemez albümün en iyi parçası oluverdi. Caz klasiği olacak kadar kaliteli bir beste bence ve Ferit Odman harika çalışıyor bu şarkıda. Gerçekten de Ella Fitzgerald telefon rehberini okusa bile dinlerdim. Ancak Meltem Ege'de çok güzel söylüyor. Özellikle bu şarkının üzerinde çok durmam, sanırım dinlerken çok heyecan duymamdan kaynaklı ancak albümün tamamı övgü hakediyor ve daima baz aldığım Louis Armstrong değerlendirmesi ile ve en basit şekli ile, "iyi müzik" damgası yiyor. Özenli besteler ve disiplinli bir albüm. Burada yazacak şey bulamamaktan kıvranırken rastladığım ve yazma şevkimi dahi kıran bir çok çalışmadan sonra, gerçekten de "hadi bahsedeyim şu albümden" dediğim bir atmosfere sahip. 

Tabi ki ben oldukça gecikmeli olarak tanıtıyorum bu albümü. Başlıca nedeni, albüm çıksında tanıtayım diye beklemiyor oluşum. Aklıma estikçe, hoşuma gidenleri paylaşıp, gitmeyenleri eleştiriyorum. Sonrasında tembellik devreye giriyor ve bir çok yazmak istediğim konu gibi bir süre kenarda bekliyor bazı albümler de. En önemlisi de, albümü bulup dinlemeden nasıl yazabilirim ki, değil mi ? Yakın zamanda dinleme fırsatı bulabildim aslında ben de. Bir süre songbook dilendim sağda solda, bir dinleyebilmek için hatta. Şaka bir yana, bu albümü dinlerken, blog'un bir İngilizce versiyonunu hazırlayıp, bizim caz sanatçılarımızdan bahsetmeyi düşündüm. Tabi ki burada yazdığım tonda ve kafama göre eleştiri tadında değil de, biraz daha tanıtıcı manada bir versiyon ile. Çünkü ülkemizde de dünya standartlarında caz yapılıyor ve eleştirmeden keyifle dinleyeceğimiz albümler çıkıyor. Şurada eğitim almış, şunu yapmış, burada çalmış şeklinde anlatmak biraz sıkıcı olacak belki ama yakın zamanda İngilizce olarak da hazırlayacağım bazı tanıtım yazılarını. 

Albüm ile ilgili fikir edinmek isteyenler, Önder Focan'ın internet sitesinde tüm şarkıların kısa kesitleri tanıtım amacı ile mevcut. Ben aşağıda, Önder Focan tarafından YouTube'da yayınlanan Early in the morning için bir video link veriyorum. Bunun dışında albüm için bir satın alma linki yayınlıyorum. Bu kadar kaliteli ve keyifli bir albüm için ciddi anlamda çok düşük bir fiyat etiketi konulmuşken, caz seviyorum ve dinliyorum diyen herkesin bu albümü koleksiyonuna katması gerektiğini de üstüne basarak vurguluyorum. Malum, bu yazıya ülkemde caz yapmanın zorluğundan bahsederek başladım. Kaliteli yapımlara destek olmayı da bu anlamda felsefe edinmek gerektiğine inanıyorum. Kaldı ki, bu albümü almamışsanız, çok şey kaçırıyorsunuz. Çünkü gerçekten ülkemiz için standartların üzerinde bir performans !

Son olarak eklenecek iki küçük konu var. Albüm ile ilgili biraz araştırma yapınca, "Jazz I Hear"'in Sivas olaylarında ölen insanlarımız için yazıldığını öğrenebiliyoruz. Politik bir duruş ve taraf sergilemeyi sevmesem de, Focan'ın insani duruşunu tebrik etme isteği duyuyorum bu konuda. Duyarlılık bir kişilik kalitesidir ve ölçüsü tutturulduğu sürece takdir edilmelidir. İkincisi ise, yine "25" adlı parça, eşi ile evliliklerinin 25. yılı için bestelenmiş. Sanırım şu an 27. yılı beraber bitiriyorlar. Birlikte daha nice mutlu  seneler dileyerek bu güzel albüm için Önder Focan'a olduğu kadar, emek verdiği bu yolda ona destek olan eşi Zuhal Focan'a da teşekkür ediyorum. 

1- Early in the morning
2- Boşver
3- Eski küçük şehir
4- Bu ada
5- Ruby
6- She sings the telephone book
7- 25
8- Sympatheticus
9- Boğaz'da
10- Yaz sevdası
11- Jazz I hear
12- Hodgesism




Onder Focan Trio & Meltem Ege - Early in the morning



12 Aralık 2012 Çarşamba

Caz tarih mi oldu ?

     Eskiden caz hayatın içerisindeydi, öyle hatırlıyorum. Çocukluğumda, her yerden fırlardı caz bir şekilde. Ama programlardan, ama filmlerden, ama radyo yayınlarından olmadı yarışma programlarında jeneriklerden...  Şimdilerde ise küçük bir kuple caz tınısı duyunca, şaşırıp dikkat kesiliyoruz, hangi dağda kurt öldü acaba diyerek. Sanırım 1970'lerden sonra asla eski popülerliğine dönememiştir caz ama yine de rahatsız da etmeyen müzikler arasındaydı en azından. Duyduğu zaman insanlar, keyifle dinlerlerdi bir şarkı olsun. Tahammülsüz kaçışlar olmazdı demek istiyorum. "Frank Sinatra", "Nat King Cole" gibi devler bile, caz yelpazesine girmezdi de, popüler baladcılar olarak anılırlardı. Caz değildi yaptıkları çoğuna göre ama devlerdi işte. Ve caz'dan çokça haz etmeyen insanlar bile, en azından bu baladcıların şarkılarını sever, onlar çıktığı zaman televizyonda veya radyoda, mutlu olurlardı. Ne güzel dertlerimiz varmış değil mi ? Tartışılan şey, "dev isimlerin yaptığı müzik caz mıdır yoksa daha popüler romantizm akımı mıdır ?" şeklinde... Şimdilerde ise, caz yok oldu dediğim gibi. Silindi hem televizyonlardan, hem radyolardan. Israrla caz çalan radyolar ise dinlenmez oldu. Münferiten halen caz programı sunan, bu işe gönül vermiş insanlar tabi ki var ancak ulaşabildikleri kitle çok az. 



     İki ayrı pencereden bakmak lazım bu olaya da aslında. Evet bugün caz'ın köşesinden bile teğet geçen insanlar çok az ancak o azınlık kitle de daha bilinçli bir dinleyici kitlesi. Taban bir kitle yani. Farkındalık ile caz dinleyen bir kitle. Eskiden sahip olduğumuz daha geniş yelpazede belki bu tarz bir kitle daha bile azınlıktaydı. Güzel melodi diyerek dinliyorlardı belki, belki de sırf senelerce aynı ezgi kulaklarını doldurunca alışkanlık halinde ayak uyduruyorlardı çalan müziğe. Bu da diğer penceresi. 

     Ben her ne olursa olsun, toplumun geneline hitap edebilen bir caz anlayışı taraftarıyım. Yani demiyorum ki, toplum külliyen caz dinlesin. Nihayetinde caz popüler bir tarz değildir günümüzde ve kitlelere hitap etmesi de pek olanaklı değildir. Dünyanın hiçbir yerinde de öyle aman aman kitlesel hareketlere gebe değil artık caz.  Ama diyorum ki, toplum caz müziği sindirebilsin. Duyduğu zaman "bu da ne yahu !" tepkileri vermesin. Kaçmasın, saklanmasın, kanalı değiştirmesin veya sustur şunu demesin. Bunları düşünürken, aslında ilk aklımıza gelmesi gereken ve üzerinde durulması zorunlu olan konu, bu değişimin nasıl oluştuğu. Neden böyle olduğu. Neden insanların, geçmişin tatlı bir tınısıdır, zariftir ve keyiflidir bile diyemediği ve imtina ettiği, uzaklaştığı bir şekle büründü caz Türkiye'de ?

     Cevapların "bence" kısmı basit aslında. Ben de o "benceleri" sıralamak için sarıldım bu yazıya. Nereden başlayalım ? Kıvranıyordum şu yazıya başladığım dakikalarda, açılışını bir Teoman Baber fotoğrafı ile yapmak için... Benim hatıralarımın en eskisi o çünkü... Daha önce de "Take Five" başlıklı yazımda anlattığım hikaye gereği de ayrıca bir sempatim var bu isme. Ancak koskoca internet çöplüğü üzerinde bir fotoğrafını bulmak mümkün oldu, o da oldukça küçük ve düşük çözünürlüklü. Yaptığı programı hatırlamak için araştırayım dedim, o da imkanlar dahilinde değil. "google" amca inatla bana başka her türlü "Teoman"ı dayatıyor anlayacağınız. Yani, biraz vefasızlık var, biraz umursamazlık. İnsanlar çocukluklarında kulaklarına dolmamış tınılara çok da fazla açık olamazlar. Biz o çocukların kulaklarına dolduramıyoruz artık caz müziği. Ustaları anamıyoruz ki isimleri kalıcı olsun. Yeni nesillere o isimleri miras bırakamıyoruz. "O da kim be abi ?" diyorlar şaşkın şaşkın, isimleri anıldığında. Çok yakın temaslarla içlerinden bakarak söylüyorum ki, ülkemin yeni nesli, "Kerem Görsev" denildiğinde bile, donuk bakışlarında tanımıyor olmanın verdiği rahatsızlıktan dahi oldukça uzak görünüyor. Kaldı ki, verdiğim isim ülkemizin en ünlü caz sanatçısı, program yapımcısı. Tanımıyorlar, çünkü kendine has noktalarda ve sadece meraklısı ile buluşuyor caz. Çünkü belgesellerde, yarışma programlarında, dizilerde ve televizyon şovlarında jenerik olamıyor artık caz. Filmlerin arka planında caz tınıları yok. Dediğim gibi, kulaklara dolmuyor caz tınıları beklenmedik yerlerde. İşinin ehli, usta enstrümanistlerimizi dahi tanıtamıyoruz genç nesle. "Aydın Esen" diyoruz, yine aynı donuk bakışlarla "eee.." diyorlar. "Travis Barker" bir numaralı davulcu bu neslin gözünde.  Ya farklı enstrümanı dinliyoruz, ya da birimiz davul nedir bilmiyoruz. Veya Buddy Rich, Gene Krupa, Joe Morello vesaire dinleyememişler daha önce de, işin daha ayıbı, " Okay Temiz "in adını da bilmemekte ısrar ediyorlar. Virtüöz ne demektir'in tanımını bile yapamayan gençler, orada burada, ne idüğü belirsiz kişiler (güya otoriteler) tarafından ismi pompalanan bir kaç adam sayıyorlar aralarında, "bu gitar virtüözüdür" diyerek.... Sonra "Hasan Cihat Örter" diyorum, sessizlik oluyor. Ayıp da olmuyor her nasılsa bu sessizlikler. Ne ustalara ayıp oluyor, ne de emek verenlere nedense. Ayıp olsa da zaten, onların ayıbı değil bu. Popüler kültürü gözlerinin önüne her fırsatta, her yayında, her an sokan ama biraz işe kalite karıştırmaya gelince, saçma sesine dağılan ördek sürüsü gibi ortadan kayboluveren yapımcıların, kanalların ve organizatörlerin suçudur bu. 

 Tabi ki hala yayında bu programlar, eskiden olduğu gibi hala aynı heyecanla da işini yapıyor emektarlar ancak, ya yayınlandıkları kanallar, ya yayın saatleri ? 4-5 sene önceydi sanırım, Kerem Görsev'in caz programını seyredebilmek için gece yarısından sonrayı beklediğimi hatırlıyorum. Biraz da mecburen, "e hadi bu da olsun" diyerek yayına konulmuş kokusu veren emektar programlar, gecenin kör saatlerinde karşımıza çıkıyor ve büyük ustalar bile ancak özel günlerde hatırlanıyor. Bugün Frank Sinatra'nın doğum günü ve eminim ki televizyonlarda programları yapılacaktır. Haberlerde birkaç riyakar spiker, "büyük ustayı saygıyla anıyoruz !" diyecektir. Ancak yarından itibaren kimseler onu anmayacaktır. O Frank Sinatra ki, benim ortaokul yıllarımda bile hayattaydı ve albüm çıkartıyordu. Efsaneydi, imparatordu, en fazla 20 yıl içinde unutuldu. Onu bize hatırlatmayı borç bilenler de, ücra yerlerde, saçma sapan yayın saatlerine sürüldüler. 

Çikolata renkli sanatçıları bize tanıtan adamlar da yok artık, geçmişin o çok sevilen şarkılarını kendi sesinden gençliğe de sevdirmeye çalışan emektarlar da. Varlar aslında ama, dediğim gibi, nerelerde ve hangi saatlerde. Kaç kere reklamı yapılıyor veya programlarının başlamadan önce ? Ne kadar bütçe ayırılıyor o programlara ? Salvatore Adamo, Johnny Hallyday, Pepino Di Capri, Enrico Macias gibi devlerle tanışmış, konuşmuş, röportaj yapmış, ağırlamış ve onları bu ülkeye tanıtmış adamlar da, üzülerek söylüyorum ki yeni nesil için birer şaka konusu olmuşlar. Çünkü o nesle bu ustalara saygıyı öğretemeyen bir zihniyet, bir politika ve ticari kaygılara saplanmış bir televizyonculuk/radyoculuk bakışı süregelmiş son dönemde. Dolayısı ile, bir üniversite seçip, yoldan geçene " Şevket Uğurluer " , " Sezen Cumhur Önal " veya " Erol Pekcan " deseniz, yine bahsettiğim o donuk bakışlarla muhatap olursunuz ve yine bir utanma veya rahatsızlık gözlemleyemezsiniz. Bir de kültürümüze dönüş safsatasından örülme yelek giydirilir bu kültürel çöküşe ve ondan da biraz bahsetmek istiyorum. Sözüm ona kültürümüze dönüyormuşuz ve bizim kültürümüz değilmiş bu garbın müziği. Biz o müzikle kök salmamışız, yoğrulmamışız ve o müzik bize dayatılmış ya senelerce. Evet tam da bu benim de bahsetmek istediğim. Hem de hemen...

     Caz bizim kültürümüz değil, ona ne şüphe. Aramızda New Orleans'lı veya Chicago'lu yoksa eğer, babası atası zenci olanlar hariç, sanmıyorum ben de bizim kültürümüz olduğunu. Klasik Batı müziği de bizim kültürümüz değil keza. Fransızların o eski ve güzel hafif müzik parçaları da bizim kültürümüzle pek alakalı değiller keza. Değiller kabul. Arabesk tamamen bizim kültürümüz ama, ilahi aromalı rap tam da Türk kültürünün göbeğinden fırlama, hele ki dubstep, technotronic, electro pop... Bunlar atamın dedemin müziği değil mi zibidi Türkiyem ? Adam öyle bir icra ediyor ki 3 perdelik, "o bizim kültürümüz değil, onlar bize dayatıldı" sahnesini, zannedersin gidip evde "dumbıra" dinliyor. Hadi onlar bizim kültürümüz değil dedikten sonra, Klasik Türk müziği sunulsa şapkadan, ona da şapka çıkartacağım, o da bizim kültürümüz olmadığı halde. En azından 600 yıllık bir imparatorluk kültürünün taşlarından biridir diyerek. Halk müziğimizi dinlese o isyanlardan sonra bu kitle, ona da sözüm olmayacak. Ama hayır efendim, Arabesque dinliyor adam hem de en bozulmuşundan, en kokuşmuşundan. Orjinali pek kötü de değildir esasında, keyifli bile olabilir. Hani nefesli, diyaframsız, gırtlaklı, flamenko etkili falan. Yok onun da cıvığını çıkartıp, Anadolu'da yoğurulmuş isotlu Arabesk hamurundan açıyor böreği. Rap dinliyor sevgili gençliğim. 

     Evet böyle devam edelim, o tam da bizim kültür, üstelik kalite had safhada. Ama eski ustaları unutalım, saygı göstermeyelim, adlarını bile bilmeyelim. Türkiye'nin dünya çapında isim yapmış sanatçılarını itina ile görmezden gelmeye devam edelim. Biraz olsun kaliteli müzik yapmaya çalışan programları görünce, hemen bulduğumuz ilk diziye çevirelim kanalı, o saatte yayınlanan bir dizi de varsa eğer, sanmıyorum ya... Ot dolduralım kafamızın içine de, düşünmeyelim aynı zamanda, neden buna sürükleniyoruz, neden soyutlanıyoruz, neden popüler kültüre saplanıyoruz, neden emek harcanan her şey unutuluyor da, bir klavye başında, ne enstrümanistliği bilen ne de vokal olabilen gereksiz ucubeler tarafından yapılan müzikler baş tacı ediliyor, neden Türkçe konuşmaktan aciz adamlar da bunları pompalayıp bize yediriyor diye. Mazallah, düşünürseniz belki değişir, sakın ha !








10 Aralık 2012 Pazartesi

Caz yap Cem Adrian !

     Bugün bahsetmek istediğim albüm ve sanatçı, benim perspektifimin biraz dışında. Yine de birazdan açıklayacağım nedenlerden dolayı, bu albümü ve dolayısıyla sahibini tanıtan bir yazı yazmak istedim. Konu caz'ın dışına çıkınca, söyleyecek çok bir şey bulamıyorum aslında. Ama iyi bir sesi anlamak için onun caz söylemesine de gerek yok. Yıllardan beridir de, çok önemli bir ses olduğu ve dünya çapında bir yeteneğe dönüşeceği söylenen, beklenen hatta yılan hikayesine dönen adam, Cem Adrian. Geçtiğimiz sonbaharda yeni albümü ile karşımıza çıktı. Ben de bu yazıyı yazdığım esnada, ilk kez dinliyorum albümü aslında. Hatta Cem Adrian'ı ilk kez dinlemişliğim de, yine o ismini duyurduktan çok sonraya dayanır. 2008 veya 2009 civarında ilk kez adını duyup sesi ile tanışmıştım.

     O zaman da, sesin çok iyi olduğunu anlamak için fazla da bir çaba sarf etmek gerekmemişti. Bu yüzden de, bu kısmı kısa geçiyorum. Sesi çok iyi, çok güçlü, çok esnek ve çok zor çıkışları ve geçişleri dahi çok kolay gösterebilecek kadar da iyi kullanıyor sesini. Efendim 7 oktavmış, ses telleri çok uzunmuş... Detaylar detaylar... Adamın sesi bir harika diyor ve bu bahsi kapatıyorum.


     Albüm ile ilgili fikirlerimden bahsetmeden önce, Cem Adrian ile ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Evet sesi harika. Ama tabi ki enstrüman seçkinliğine ve virtüözlüğe gönül vermiş bir caz sever olarak, harika sesler benim için yeterli olmayabiliyor. Doğru eserler, doğru insanlar ve doğru projeler bir araya gelmedikçe de, bu tarz sesler eriyip gidebiliyor müziğin evrensel tünelinde. Bu noktadan başlayacağım eleştiriye. Öncelikle bana Türkiye'de sevdiğim sesler sorulsa, ilk sıralarda söyleyeceğim bir isim olan Cem Adrian'ın en sevdiğim şarkısı sorulsa, ya bir sessizlik anı yaşanır, ya da "summertime, güzel söylemişti..." derim. Tabi ki, sanatçı zevk aldığı ve beğendiği eserleri seslendirecek ve tarzını da kendi zevklerine göre şekillendirecektir ancak, şu an için yürüdüğü patika, Cem Adrian'ın güçlü sesi için biraz dar ve engebeli. Zaten Türkiye şartlarında şarkı söyleyip kendini göstermek oldukça zor. Popüler kültür tüm dünyaya hakim olsa da, Türkiye'de artık bir monark da değil, tam anlamı ile bir diktatörlük olmuş durumda. Bu ortamda kafanızı çıkartıp benim sesim güzel demek de, hiçbir şey ifade etmiyor kitle için. Kaç tane nitelikli sesi gömdü bu piyasa ve kaçına şu an bildiğiniz pop yaptırıyor. 

     İkinci olarak Cem Adrian'ınki gibi kaliteli bir ses, bu sınırların dışını da düşünerek müzik yapmalı bence. Ve geniş kitleleri hedeflemese de, (ki kaliteli sesler geniş kitlelerde çok yankı bulamaya da bilir zaten) kaliteli müzik algısı gelişmiş kitleleri hedeflemeli. Yani anlayacağınız, itirazım Cem Adrian'ın, çok elektronik ve çok fazla alternatif rock (alternatif rock deyiminden de haz etmiyorum aslında, main stream rock şakpasını tüm diğerlerine giydirip kategorize etmektir alternatif rock demek.)  kokan tarzına. Bu tarz benim görüşümle çok sıkıntılı ve kör kuyu gibi. Ne kalabalık kitlelere hitap eder ne de görece olarak da olsa kaliteli müzik algısı gelişmiş kitleleri cezbeder. Eminim ki, Cem Adrian'a sorsak, "umurumda değil ki kitlelerin beni dinlemesi, ben dinleyicimle memnunum" kabilinden bir kelam edecektir ancak, acaba dinleyicisi onunla memnun mu, asıl soru  bu...


     Eleştiriyorum ya, kesin okuyanlar itirazları sıraya diziyorlardır içlerinden, veya okusalar dizeceklerdir. Halbu ki, forumlarda, yorumlarda ve Cem Adrian'ın adının geçtiği her yerde, sevenleri hep aynı şeyleri söylüyor, yazıyor ve bıkmadan dile getiriyorlar. "Değerin bilinmiyor", "Türkiye seni anlamıyor", "O ses çok daha iyisine layık", "Sen boşver onları" vs... Benim burada yaptığım eleştiri de aslında, sevenlerinin sonucunu söylediği şeylerin nedenlerini açıklamak dışında bir şey değil. Cem Adrian özel bir ses ama elektronik takviyeli alternatif rock yapıp, sound daha yumuşak dursun diye piyano ve keman ekleyerek sesini gösteremezsin, dünyaya tanıtamazsın, bırakalım bunları, Türkiye'de bile çok fazla ileri gidemezsin. Sonra daha çıplak pozlar verip kaslarını ön plana çıkartırsın, sansasyonel klipler çekip tepki toplayarak reklam yaparsın ve bir gün sırt üstü yatakta uzanırken, "ne yapıyorum ben ya" dersin. Çünkü biliyorsundur ki, bunlara ihtiyacın yoktur, olmamalıdır ve her nasılsa hakettiğin değeri bulamıyor olmak çok da gereği olmayan şeyler yaptırıyordur insana.



     Her insan yeteneğinin karşılığını beğeni olarak almak ister. Bu çok da doğaldır. Sesini enstrüman olarak kullanan bir sanatçı da, doğal olarak alt yapı sesini ezmesin ister, sesinden başka şeyler çok da dikkat çekmesin ister... Cem Adrian'ın da şarkılarında bu var biraz. Müzikal altyapı genellikle ilgi çekici değil ve hatta yetersiz. Daha çok Adrian'ın sesini dinliyoruz. Virtüözlük elementi yok gibi ve sesten başka insanı alıp götürecek bir şey bulamıyorum dinlerken. Bir orkestrasyon da söz konusu olmadığı için, yükselip tepe noktalar da oluşturmuyor herhangi bir nokta ve insanı heyecanlandırıp o içten gelen hissiyatı sağlayamıyor müzik. Sanki matematik veya teknik bir mükemmellik bekleyip, bunu bir metronom gibi şaşmadan şarkı boyu koruduğumuz konsantrasyonun odağına yerleştirmemizi bekliyor Cem Adrian. Üzülerek söylüyorum ki, insanlar şarkı dinlediği için maaş almıyorlar ve iş ciddiyeti ile birilerinin sesini dakikalarca takip edip, sonunda da, "ohooo, adam hatasız abi..." demeyecekler. Bir çok büyük sesin yaptığı gibi, insanları an'larda vurup, kabuğuna çekilecek, daha etkileyici tarzlar geliştiren şarkılar, sesi gösterir ve dinleyiciyi de sürükler. Başka ekoller de söz konusu olabilir tabi ancak onlar da kendi adına birer ekol geliştirdikleri için vardır. Amy Winehouse mesela, taklid edilemez bir ekol. Tabi ki büyük de bir ses. Cem Adrian'ın sesi, belki de ondan çok daha yetenekli ve güçlü bir tını olmasına rağmen, malesef bu ekolden de yoksun, şarkı seçimleri de vurucu değil. New Age temalı, rock sound'lu, (bu sound için Türkçe bir kelime bulmam gerekecek) ve elektronik takviyeli, biraz buhranlı, biraz da genç bir müzik Cem Adrian'ın yaptığı. Dürüstçe söyleyebilirim ki, 18 yaşımda olsam çok daha fazla ilgimi çekerdi. Ama o zaman da Cem Adrian'ın sesi ile bu kadar ilgilenmezdim. 

     Bir diğer sorun, çok fazla şey söylüyor Cem Adrian şarkılarında. Şunu anlayabilirim, bu kadar yetkin bir sesi idare ettiğine göre, tabi ki zeki bir adamdır. Ancak şarkıları buluşturmaya çalıştığımız kitle Yale Üniversitesi 2011 mezunları değil. Toplumla buluşturmaktır amaç. Toplum da bilindiği üzere, 90-110 aralığında gidiyor. Bu kadar çok şey söyleyip arada insanların aklında kalacak tek bir satır bırakmazsak, onlar da doğal bir tepki ile hatırlamazlar. Aslında anlatmak istediğim şu; müzik dinliyorsak, sözlerden hayatın anlamını çıkartmanın manası yok. Şiir yazarken bunu deneyebiliriz. Ancak konu müzik. Ben Cem Adrian'ın ne dediği ile zerre kadar ilgilenmiyorum çünkü, Cem Adrian'ın hayat felsefesini referans almıyorum, onu bir filozof olarak görüp değer vermiyorum ve Cem Adrian ne düşünüyor diye aklımı yormuyorum. Mesajlar da istemiyorum dolayısıyla Cem Adrian'dan. Ben Cem Adrian'ın sesi ile ilgileniyorum ve o sesin özelliklerini, esneyişini, nameler yapışını, mümkünse gırtlağındaki titremeyi ve çıkışlarındaki gücü hissetmek için dinliyorum müziğini. Ve dinlerken görüyorum ki, bunlar istediğim kadar ön planda değiller ancak birşeyler anlatıyor sürekli Adrian'ın şarkıları. Hatta albümleri bile konsept albümler. Adrian sürekli mesaj veriyor. Tiyatro seyretmek kadar konsantre oluyor onun albümünü dinlemek ve müziğin beni rahatlatacağı, başka diyarlara götürüp gülümseteceği veya ağlatacağı, beni bu dünyadan soyutlayacağı an asla gelmiyor. Oysa ki ben sürekli yorulduğu için, bir albüm koyup beynimi dinlendirmek istemiştim. Tüm bunlara, müziğin de beynimi doyurmaması ekleniyor ironik bir şekilde. Albümün tiyatrosu bu kadar yorarken, müziğin basitliği ve dinlerken kendimi bir "ergen" barında, kız arkadaşıma farklı olduğumu ispatlama çabasında hissettirişi... Halbu ki adamın sesi çok iyi...

     Bu kadar güçlü sesler, Amerika'yı yeniden keşfetmemeli diyorum hep. Öncelikle biraz cover yapmalı sanki. Zor parçalar, ustaların seslendirebildiği, ustalık isteyen parçalar, ölümsüz parçalar okuyup, insanlara o ustalardan farklarının olmadığını, onlarla aynı kulvarda koşarak göstermeli, bunu insanların zihnine yazmalıdırlar. Sonrasında da, kendilerini binlerce basit sesin müzik yaptığı loş kulvarlarda harcamak yerine, doğru patikaları seçmeliler. Bu bence caz olur, belki Adrian'ın sesi özelinde soul - blues ikilisi daha uygundur, bir başkası için sesinin özelinde bambaşka bir müzik olabilir veya Cem Adrian hangisinden daha çok keyif alacaksa odur. Ancak eminim ki, bu kadar karanlık, bu kadar karartıcı ve ne kaliteye ne de kantiteye hitap edebilen bir tarz değildir. Veya Cem Adrian, bu kadar şahsına münhasır değildir. O ses ile, ben ne istersem onu yaparım, özgürüm modeli bir araya gelemez. Birilerine mâl olmak zorundadır o kadar ciddi yetenekler ve onu beğenen insanlara, yeteneğini gösterme, eksenini genişletme ve adını doğru şekilde duyurma borcu vardır. 


     Çok eleştirdim farkındayım ama çok kızdığım içindir. Bir çok insana çok kızıyorum hiç içimi açmayan müzik yaptıkları için ancak eleştirmiyorum onları. Zaten yapabileceklerinin maksimumunu yapıyor onlar. Ama Cem Adrian, şu an ciddi anlamda %3 potansiyel gösteriyor. Bu yüzden kızıyorum. Bu yüzden itirazım, isyanım ve direnişim. Ben bencilce, "caz yap Cem Adrian" derim. Ama aslında, sadece uzunca bir yazı ile anlattığım negatifliği kaldır müziğinden. Ne yaparsan yap, istersen kökenini vurgulayacak Balkan tadını kat (ki çok ciddi bir külliyattır Balkan müzikleri), istersen nefesini göster ve flamenko yap. Ama daha pozitif ve aydınlık olsun ve kulaklarımıza sesinle beraber müzik te dolsun. Sesin güzel tamam ama, hem onu biraz daha zorla hem de yanı sıra müzik yap Cem Adrian. Yaptır veya, iyi müzik yaptır. Daha karmaşık müziklerin arasında harmanla sesini, enstrümanların insanı dehşete düşüren ahengi ve soloları ile yarıştır. Galip yine senin sesin olacaktır ve o zaman insanlarda çok daha büyük keyif bırakacaktır. Ve "burnundan" çıkartacağın kadar bile ses çıkartamayan gereksiz isimlerle düet yapma Cem Adrian. İlla düet yapacaksan, git Celine Dion ile yap, Sarah Brightman ile yap, Adele ile yap bunlar olmuyorsa, hiç yoktan... Kendi sağlığın için. Düeti gördüğümde, ilk tepkim kıkırdamak olmasın yani, rica ediyorum.

     Ve evet, hepimiz daha özgür düşünce, daha özgür ve cesur toplum istiyoruz ama dozaj önemli. Radikal girişimlerin kimseye marjinal düzeyde faydası yoksa, iktisat denklemini tekrar gözden geçir derim. Haftada birden çok kez yaptığımız birçok şey var ama bunların hepsini toplumla paylaşma isteğimiz olduğunu sanmıyorum. Özel hayat denilen bir müessese de var ve hepimiz onu seviyoruz. Sen sevmiyorum diyorsan, sevenlere saygı göstererek bir deneme yapabilirsin. Bir hatayı, inatla ve kökten savunmaya kalkarsan, daha çok hataya ve tepkiye neden olur. Binlerce insan sana tepki gösterirken seni büyütebilecek tek şey, onların tepkisine saygı gösterip hata yapmış olabileceğini kabullenmektir. Amaç onları kendinden soğutmak değilse tabi...

     Bu kadar eleştirinin içerisinde hiç mi olumlu bir şey yok acaba... Var tabi ki, o da çok önemli bir algı bence. Türk müzik geleneğinde, en sevdiğim sanatçılar, arabesk ve minör etkisinden kurtulabilenler. Ortadoğulu olmadığımızı hatırlayabilenler bunlar. Bu ezgileri birer lezzet olarak müziğe katmak başka şey, bütün altyapıyı bunların üstüne kurmak bambaşka. Ülkemin en hoppa popçusu bile, bu akımdan kendini ayıramıyor ve eriyip gidiyor minör kürekli arabesk kayığının bir köşesinde. Cem Adrian'ın müziği bu etkinin yanından yakınından geçmiyor ve bu anlamda beni de boğmuyor. Bu da bence çok önemli bir şey. Dünyanın çevresi kadar eleştirdikten sonra, son anda yine belirteyim ki, bu kadar eleştirdiğim bu adamın sesinden gerçekten de dünyanın çevresini dolaşsanız çok fazla bulamayacaksınız. Çok keyifli sesi var ve ben de bu yüzden bunları yazıyorum. Çünkü bencilim ve bu kadar nitelikli bir sesi dinleyip keyif almak istiyorum. Caz yap Cem Adrian demiş miydim ?

     Bu yazıyı okuması muhtemel Cem Adrian severler itiraz edeceklerdir tahmin ediyorum. Cem Adrian ise, bunu okuyacak olsa, klasik sanatçı egosu ile "senden akıl alacak değilim ya..." diyecektir. Herkes halinden memnundur yani tahminimce. Ancak, ben diğer taraftan konuştum. Biraz da albümden konuşayım. Bunu yaparken de eleştirmeden, yaptığı müziğin penceresinden bakmaya çalışayım.... Güzel olmuş. 

     Şaka bir yana, benim ilgi alanımın biraz dışında olduğu için çok yorum yapamıyorum. Ama yapacağım kadarı ile yine müzikal açıdan yetersiz, ses açısından ise benim eleştiremeyeceğim kadar iyi olduğunu söyleyebilirim. Ben daha çok sesi için dinlediğimden, çok da fazla yorumlamadan albüm ile ilgili bağlantı vereceğim. Çok da zor olmayacak bu aslında, çünkü albümü tt.netmüzik aracılığı ile dinleyebilmeniz söz konusu. Ticari kaygılarının çok fazla olmadığına yordum bunu, öyle yormak istedim en azından. Bu yüzden de, teşekkürler Cem Adrian. 

Resmi yayıncısından veya kendinden yayınlanmış bir eser bulamadığım için, YouTube bağlantısı paylaşmıyorum. Aslında bir eser buldum da, polemik potansiyeli açısından o bağlantıyı vermek istemedim. Anladınız siz... Sırf caz yapsın diye, summertime için bir video bağlantısı veriyorum :)






9 Aralık 2012 Pazar

Krall Kırıklığı...

     Çocukluğunuzdan beri efsanevi caz vokalistlerinin seslerine olan hayranlıkla heyecanlanıp onların artık pek de kolayca ortalıkta bulunmayan eski konser kayıtlarını aramakla zaman geçirince, bir noktadan sonra, artık benim de bugününü takip edebileceğim, önümüzdeki konserini bekleyebileceğim ve canlı bir yayınına denk gelebileceğim bir yıldızım olsun isteyebiliyorsunuz. Daha da acıklısı, bazen bu kişi zaten tam da oradayken, yıllarca bunun farkına da varamayabiliyorsunuz. Ben de Diana Krall'ın çok geç farkına varmıştım. Hatta utanmayı bir kenara bırakarak itiraf edeyim ki, 2000'lerin başında tanışabildim Krall'ın cazibeli sesi ile. Henüz 30'larının başında ve oldukça güzel bir kadın albümün kapağını yeterince baştan çıkartıcı bakışlarla süslerken, aslında albümün içeriğinden çok şey beklemiyorsunuz. Ne de olsa, kapağı yeterince doldurmuşken, çok da iyi müzik yapmaya gerek yoktur. Ne yapsanız bir kitle oluşur. Krall, kapağından vazgeçip albümünü dinlediğimde, beni şaşırtmıştı. Muhteşem bir ses ve bunun kritiğini yapmak beni aşacaktır. Sonraları 4 yaşındayken başladığını öğrendiğim piyano tekniğinin kritiği de beni aşacaktır muhtemelen. Sadece farklı bir deneyim olmuştu o dönem benim için Krall deneyimi ancak sesinin muhteşem olduğu su götürmez bir gerçekti. Bossa Nova'lar ve baladlar da çok yakışmıştı ona.

Balladlar ve Bossa Nova'larla dolu Look of Love albüm kapağı.

     Şimdi itiraf etme gereği hissettim, sesi muhteşemdi ama bazı klasikleri o kadar ağır yorumlamıştı ki, enerjisi eksikti albümün. O hali ile de benim için sadece romantik anların yemek müziği solisti olma tadında kalmıştı. Bir çok yorumunu sadece sesi için dinledim ve keşke biraz daha enerji dolu olsa diye içimden geçirdim. Yine de sevdim Diana Krall'ı çünkü kaliteli kadın vokal bende tarifsiz bir etki bırakıyor. Neden sonra, eski albümlerini de araştırıp "all for you: a dedication to the Nat King Cole Trio" ile karşılaştım. Bu albüm ile geriledi bendeki Diana Krall hayranlığı biraz. Çünkü tıpkı Krall gibi ben de babamın eski albümlerini karıştırarak bulaşmıştım bu müzik arkeolojisine ve Nat Cole Trio'nun da müziği enerji doluydu bilindik hali ile. Bir iki şarkı dışında, yine enerjisi eksikti albümün ve daha önce dinlediğim (aslında o dönem için daha güncel olan) albümünün aksine bu sefer bu eksiklik müziğine kötü yansıyordu. Böylece uzun süre, ölü gecelerin baladcısı olarak kaldı benim için Diana Krall. Keşke o zaman daha çok uğraşıp daha fazla albümüne ulaşsaymışım. İki albümü bir köşede durdu ve ara sıra çıkartıp bunları dinlemekle yetindik. 

All for You albüm kapağı.

     2002 yılında "Live in Paris" ile tekrar dinleme olanağı buldum Diana Krall'ı. Kadro muhteşemdi herşeyden önce. Anthony Wilson, çok da mainstream caz müziğe uygun görünmeyen gitarı büyük ustalıkla adapte ediyor ve John Clayton bu sefer müziğe muhteşem bir enerji ve dinamizm katıyordu. Özellikle benim gibi davula kulak kesilip müziğin kalanını silip atabilen dinleyici tarzına ise asıl etiketi Jeff Hamilton'ın neşeli varlığı yapıştırıyordu. Caz algılarımı birbirine katan bir deneyimdi, o konser kaydından dinlediğim Devil May Care. Hayatımda duyduğum en güzel yorumu olduğundan emindim ve harika bir gitar ve piyano solosu ille beslenmişti. John Clayton da "devil may care" dedirtiyordu performansta. Albümün enerjisi beni öylesine büyülemiştir ki, 2009-2010 yıllarında, beraberimde askere götürdüğüm 4 gb mp3 içerisinde tüm albüm yer alıyordu ve 15 aylık süreyi biraz da bu şarkılarla geçirdim. Tabi Live in Paris sonrası Diana Krall algım da tamamen değişti. Çalıştığı tüm ekip tevazusundan ve naifliğinden bahsediyor ve Krall'ın skandalsız ve güzelliğine rağmen sesine ve sanatına odaklanmış yaşantısı, 2000'lerin popüler kültüründen uzak çizgisi ve çocukluğunda edindiği müzik arkeolojisi standartları beni oldukça etkiliyordu. Biraz da kızdırmadı değil açıkcası. Sonuçta ben de aynı şekilde çocuk yaşlarda tanışmıştım bu müzik geleneği ile ve albüm karıştırıp onu bunu dinleyerek yıllar geçirmiştim. Aynı isimlerden etkilenmiştim hatta, Louis Armstrong ve Ella Fitzgerald. Ama 4 yaşımda piyano öğrenip 15 yaşımda geceleri sahneye çıkmaya teşebbüs etmemiştim. Tabi bir de onun kadar güzel değildim. Aslında kadın da değildim en başında...

     Sonuç olarak, birazdan 2012 albümünden bahsedeceğim hatun kişi, caz dinleyiciliğimin özellikle son 10 yılını şekillendiren ve benim için oldukça önemli bir kimlik. Belki bu yüzden girizgahında tonu düşük tutup özellikle eleştirmeye çalıştım. Aslında çok da eleştirilecek bir yanı yok benim için. Herşey bir kenarda duruyor olsa, sırf sesi için kalbimdeki yeri çok ayrıdır Diana Krall'ın. Kariyeri boyunca aldığı ödüller ve profesyonel komplimanlar ise zaten benim burada yapacağım her türlü eleştiri veya komplimanı anlamsız kılacak kadar net. Ancak son albümüne gelince işler benim için değişiyor. En azından benim için. 


     Glad Rag Doll için, Diana Krall kendisi de, "Bu yapmam gereken bir albümdü ve benim yeni yönelişim değil. Geri döneceğim..." kabilinden şeyler söylemiş olsa da, bu benim eleştirmeyeceğim anlamına gelmiyor. Acaba yapması gereken bir albüm müydü, yoksa eksi caz artı geleneksel motif ve country tarzı biraz da blues sound popülerlik için bir adım mı ? Bildiğim bir tek şey varsa, bu albümden bahsederken bile caz ile ilgili yazdığımdan emin değilim. Albümdeki resimlerle ilgili olarak da, o dönemlerdeki kadınların çok daha ileri giden pozları olduğunu ve dönemi yansıtmaya çalıştıklarını dile getirmiş Krall ama bana yine popülist bir strateji kokusu verdi pozları. Yine de 47 yaşında bu güzelliğe şapka da çıkartmıyor değilim. 


     Albüm süresince, davulcu nerede diye sordum kendime. Davul gerçekten nerede ? Ne yapıyor, bir köşede kendi partisini mi veriyor yoksa o da mı country ve blues etkisine kendini fazla kaptırmış, bitse de gitsek diyor. Ayrıca zaten, neden Krall Rock'n Roll ve Blues söylüyor. Kendini borçlu hissettiğini düşünerek söylüyorum ki, ben de çocukken Rock'n Roll ve Country dinledim ama büyüyünce unuttum. Tıpkı top oynarken düşüşlerim gibi. Eğer Krall hala o düşülerden dizinde izler kaldığını düşünüyorsa, albümdeki seksi pozlara bakarak söyleyebilirim ki, belli olmuyor!.. 


     Albümde en çok hoşuma giden şey de bu resimler oldu açıkcası. Hani diyebilirim ki, eşi Elvis Costello'nun bir iki parçasını çokça sevmesem, tehlikeli olabileceğim kadar etkiledi beni resimleri. Bu işi Krall genelde müziği ile yapardı. Albüm eleştirildi, bunun ben de farkındayım. Ben eleştirmenin ötesine gidiyorum. Bu Diana Krall değil. Eğer bu Diana Krall ise, daha önce dinlediklerim değildi. 1920'lerin tarzına uygun şarkılar seçmesi ve farklı birşeyler yapması değil benim eleştirdiğim. Buna saygı dahi duyarım. Sorun albümde bir Krall dokunuşu olmaması. Piyano dışında duyduğum pek bir müzik de yok ortalıkta doğrusu. Bas çok klasik ve dikkat kesilene kadar etkileyecek hiç bir hamle yapmıyor. Davula tekrar ağız dolusu bağırmak istiyorum. Çünkü cidden orda bir davulcu değil de, kız lisesi bandosunun trampetçisi varmış gibi hissediyorum. 

     Diana Krall, bu 1920 ekolünü çok daha güzel dokunuşlarla işleyebilecek bir kabiliyet ve dokunuşa sahip. Bizde rahatlıkla bir quartet etkisi  yaratıp, bu eski parçaların caz yorumları ile karşımıza çıkabilirdi. Daha etkili davul süslemeleri ile zenginleştirilmiş, bas etkisini hissettiğimiz bir müzik ziyafeti yaşatabilirdi. O ise bir kabare sergilemeyi tercih etmiş. Dinlerken gözlerimin önünden kollarını birbirinin beline atıp bacaklarını kafalarına kadar sallayarak yana doğru yürüyen jartiyerli kızlar geçiyor. Krall kırıklığı yaşıyorum, çok daha enerji dolu ritimler, belki bir kaç değişik enstrüman dokunuşu, biraz armonika, gitar ve daha canlı baslar hayal ederken. hayal bile edemiyorum davulu tekrar tekrar düşündükçe. Ben bu albümün satış linklerini ve parça listesini paylaşırken, Diana Krall'a yalvarıyorum, lütfen fazla ara vermeden bir telafi albümü ile caz dinleyicin ile barış diyerek. 

     Dinleyici kitlesi de bu tarz ile beraber ikiye bölünmüş durumda. Benim başta karşı çıktığım nokta ise, Krall'ın bu dönüşünün yeni denemelere yelken açış ve bir perspektif genişlemesi olarak görünmesi. Sonuçta daha popüler bir tarza yelken açarken risk aldığınızı iddia edemezsiniz. Krall şu hali ile, benim için efsanevi bir caz solisti olmaktan, seksi bir pop yıldızı olmaya doğru geçiş aşamasında. Biz de onu, bu olmadığı için sevmiştik. 

     Madem ağız dolusu eleştirdin, neden yine de satış linkleri ve parça listesi veriyorsun diyebilirsiniz. Cevabı basit, ne olursa olsun Diana Krall albümüdür ve raflarda eksik kalmamalıdır. Defalarca dinlemeyecek bile olsanız, Krall divadır, yaşarken efsanedir, şimdiden klasiktir ve her albümü koleksiyonda bulunmalıdır. Bence mutlaka değerlendirmelerini doğru yapacak ve yuvaya dönecektir. Ve hepsinden öte, ne yaparsa yapsın sırf sesinin cazibesi için dinlenir...



1. We Just Couldn’t Say Goodbye
2. There Ain’t No Sweet Man That’s Worth the Salt of My Tears
3. Just Like a Butterfly That’s Caught in the Rain
4. You Know I Know Ev’rything’s Made for Love
5. Glad Rag Doll
6. I’m A Little Mixed Up
7. Prairie Lullaby
8. Here Lies Love
9. I Used to Love You But It’s All Over Now
10. Let it Rain
11. Lonely Avenue
12. Wide River to Cross
13. When the Curtain Comes Down
14. As Long as I love
15. Glad Rag Doll (Alternate version)
16. Garden in the Rain
17. There Ain’t No Sweet Man That’s Worth the Salt of My Tears (Alternate version)





YouTube bağlantıları...


Albüm parçalarından küçük kesitler içeren tanıtım.


Wide river to cross...


Eşi Elvis Costello tarafından yapılan röportaj...

8 Aralık 2012 Cumartesi

Caz Forum Olmalı

     Yıllardır kafama estikçe aratıyorum, tarıyorum, şansımı deniyorum bir şekilde. Ancak malesef bir Caz Forum'una rastlayamadım. Adı cazforum olan bir siteye denk geldim bir keresinde ancak içerik enteresandı. Caz'dan başka herşey. Oldukça büyük eksiklik bence, Türkiye'de cazseverleri bir araya getirip şöyle sürekli olarak fikir paylaşımının olabileceği, insanların bu konuda konuşabileceği gereğinde video linklerle müzik heyecanını birlikte yaşayabileceği bir forum veya portal. Tabi düşündükçe işin o kadar da kolay olmayacağını da anlayabiliyorum.

     Herşeyden önce, bu tarz sitelerin maliyetlerini üzerlerine alan insanlar, bir süreç sonunda maddi anlamda bir geri dönüş bekliyorlar. Caz bu geri dönüşü yapacak bir alan değil. Yine başka bir sıkıntı, caz dinleyicisinin çok da büyük bir kitle olmaması. Dolayısı ile de kullanıcı sayısının çok yüksek rakamlara ulaşması da düşük ihtimal. Bu nedenle de bu tarz bir forum açıp konsepti sadece caz üzerinde tutmak zor gelebilir.

     Bunların dışındaki bazı zorluklarında farkında olarak, yine de diyorum ki, bir forumun maliyetlerinin yükü ile zorlanmayacak ve caza gönül vermiş insanlar da olsa gerek bu ülkede ve bunlardan bir tanesi olsun bu işin altından kalkabilmeli. Caz dışındaki paylaşımlara kapalı, doğal olarak yasalara saygılı ve albüm / şarkı linklerinin yayınlanmadığı, müzikal içeriğin video link paylaşımı dozunda tutulduğu ve amacı caz konuşmak, heyecanı paylaşmak olan bir forum bir portal çok da büyük bir hayal olmamalı. Böyle bir platformda yapılabilecek çok şey var ve bu yapılabilecek işlerin altından kalkabilecek çok insan da olduğuna eminim ben. Sadece bir caz forumu bulamamaktan artık sıkılıp, bunu bir yerlerde söylemek, konusunu gündeme getirmek istedim. Kendi blogumda ve çok fazla muatabına ulaşmayacak bir yerde de olsa...

7 Aralık 2012 Cuma

Doğum günü hatırası...

     Daha önce burada anlattığım bir hikayenin kahramanı Dave Warren Brubeck. Dinlediğim ilk caz müzisyeni, caz ile tanışmamın ve sevmemin nedeni olan adam. O günden bugüne de, caz ile tanıştırmaya niyetlendiğim tüm dostlarıma önerdiğim ilk isim. Ayaklı bir tarih, yarım asırdan fazla zamandır zirvede kalmayı başarabilmiş bir kariyer ve caz gibi esnek sınırları olan ve değişime açık bir müzik kültürünü bile kökten değiştirecek hamleler yapmış devrimci bir dahi, bir mucit.

    Resmin alıntılandığı siteye gitmek için...

     1949 yılında ilk kayıtlarını yapmaya başladığını düşünecek olursak, 60 yılın üzerinde profesyonel bir kariyerden bahsediyoruz demektir. Günümüzde 60 günden biraz fazla süren yaz sezonunu adı unutulmadan tamamlayamayan şarkıcıların olduğu düşünülünce, bu kariyere saygı duymak da biraz yetersiz kalacak gibi görünüyor. Çünkü hiçkimse, standart veya vasat hatta bundan biraz daha iyi bir çizgi ile bile bu kadar uzun bir  uluslararası kariyere sahip olamaz. Sadece bu bile, Brubeck'in gerçek bir yetenek ve efsane olduğunu gösterebiliyor.

                         Resmin alıntılandığı siteye gitmek için...
     Bugün aylardan sonra tekrar bu sayfaya gelip, Dave Brubeck ile ilgili bir şeyler karalamak isteme nedenim, aslında bu sayfayı açıp da bu yazıyı okuyacak insanların zaten malumudur. Şu an saat itibarı ile 7 Aralık 2012 ve malesef 2 gün önce, 5 Aralık günü, doğum gününe artık saatler kala, büyük usta 91 yaşında kalp yetmezliğine yenik düşerek dünyaya gözlerini yumdu. Çok da zor değil şu an internet sitelerinin Dave Brubeck ile ilgili yazılar yazdığını, videolar yayınladığını, resimler vererek haber yaptığını tahmin etmek ve yine çok zor değil burada da, 6 Aralık 1920'de doğan Dave Brubeck 91 yıllık yaşamı boyunca şunu yaptı bunu yaptı demek... Ben bunun için başlamadım yazıma. Ben Dave Brubeck bende ne hissettirdi, beni nasıl etkiledi, benim kişisel Brubeck deneyimim nedir, benim perspektifime Brubeck nasıl yansımıştır içerikli birşeyler karalamak ve kendi hislerimi ve düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

     Müzik tarihinin sayfalarında çok sayıda efsane mertebesine ulaşmış caz müzisyeni var. Saymaya kalksak sonu gelmez. Öldüğünü duyduğum an düşünmeye başladım. Neden daha özeldi benim için Dave Brubeck. Cevap bulmak zor da olmadı aslında. Çünkü Brubeck bir devrimciydi. Bir idealist, bir mucit ve bir bilim adamıydı. Müziği bir bilime dönüştürmüş ve onun matematiği ile ilahi bir mizah anlayışı ile oynamıştı. Herşeyden önce, siyah egemenliğinde bir caz dünyasına beyaz bir bakış getirmişti. Daha erken dönemlerde, New Orleans, Chicago, Swing ve Boogie dönemlerinde, genel olarak siyahların egemenliğindeydi caz. Bu benim çok da şikayetçi olduğum bir durum da değildir aslında, çünkü geneli itibarı ile beyazlar bu işi beceremiyorlardı. Sanırım siyahi dostlarımızın hayal güçleri, cazın esrarengiz ve aksak dünyası ile daha güzel kesişiyor. Bu dönemde, Glen Miller ve Benny Goodman gibi bazı isimlerin, Swing orkestraları ile başarıyı yakalamaları ise, Mainstream caz sever için oldukça populist ve keyifsizdir. Dönemin ABD ortamındaki şartlar ve ırkçılık gerçeği de göz önünde bulundurulunca, bu hareketler biraz da devlet teşvikli olmuş, daha açıkcası, ABD kendi beyaz caz efsanesini suni şekilde yaratmaya çalışmıştı. Her seferinde de başarısız olmuştu. Çünkü Miller ve Goodman gibi isimler bile eleştirildiler, devleşemediler ve daha çok pop yıldızı muamelesi gördüler. Kulaklarda kalan ve dudaklarda ıslıklarla buluşan, hatta TV programlarına jenerik olup günümüze dek klasikleşen eserleri olmadı değil ancak bunlar da birer başyapıt muamelesi görmediler. Beyazlar çok var olmak istedikleri bu piyasada uzun süre yeterli saygı ve ilgiyi göremediler. Ta ki Dave Brubeck'e kadar. 


     Dave Brubeck, hayatında yaptığı en önemsiz iş olsa da, sadece beyaz bir caz kahramanı olmakla kalmadı,  en önemli üç üyesi birden beyaz olan bir quartet (dörtlü) oluşturdu. En enteresanı ise, caz müzisyenleri arasında bilindik neredeyse tüm virtuozler siyah olmasına rağmen, yukarıdaki karede gördüğümüz üç isim birden alanında ilk sıralarda anılan isimler. Hatta davulda Joe Morello, geleneksel olarak en iyi davulcular denildiğinde, çok büyük oranda, Buddy Rich'ten sonra anılan ikinci isim olarak bilinir. Benim kalbimdeki yeri ise birincilik. Bunu Joe Morello üzerine yazacağım başka bir yazıya saklıyorum. Keza Paul Desmond, 53 yaşındaki genç ölümüne karşın, tarihin en saygın saksofonistlerinden biri olarak anılır. Bazı durumlarda Dave Brubeck'i bile hayretler içinde bırakan ve dinleyene teknik olarak imkansız diye sayıklama hissiyatı veren soloları, hepimizin kulağındadır. Gerçekten muhteşem müzisyenlerden kurulu, efsanevi bir quartet. 

     Brubeck, hayatı boyunca caz tarihinde gerçekleşmeyenleri gerçekleştirdi, yapılmayanları yaptı, diğerlerinin popüler kaygılarla imtina ettiklerini cesurca uyguladı ve bu yüzden ben ona mucit ve devrimci diyorum. Bu devrimlerden biri de, gençlere caz dinletme girişimiydi. Jazz to College, bugün bizlere çok normal bir cümle bir yapı gibi gözükebilir ancak, Brubeck'in bu işe giriştiği yıllarda, caz müzik, daha ziyade gece kulüpleri ve publarda çalınan, yetişkinlere hitap eden ve gençlerin eski moda olarak algıladığı bir tarz olarak göze çarpıyordu. Aslında bugün de biraz öyle sanırım... Dave Brubeck, kolejli gençlere de caz dinletmeyi başaran adam olarak kayıtlara geçti. Caz'ın gelecek nesil dinleyici kitlesini kendisi oluşturdu ve o kitle uzun yıllar Brubeck'ten vazgeçmedi. Çıkarttığı dönemde kimseye satamayacağı öne sürülen albümleri bile bu kitleye satmayı başardı. Çünkü o kendi yetiştirdiği bir dinleyici nesline sahipti ve o nesil Brubeck'in devrimciliğine hayrandı. Artık caz için dinozorlar devri kapanacaktı. 


     Caz devinmek ve gelişmek için çok uygun bir platformdu ancak, geçiş yapıldığı iddia edilen dönemler aslında tam anlamıyla birer geçiş olmamıştı. Eski usül caz dünyası, adına değişim dediği bazı küçük modifikasyonlar uygulamıştı ancak, bu küçük değişiklikler aslında kulakta beklenen çarpıcı değişim etkisini vermekten uzaktı. Bugün bile, New Orleans tarzı ile Chicago tarzını dinlerken, neyin kavgasını vermiş bunlar diyebiliyoruz. Veya Swing gibi dev bir külliyatı bile, değişik fakat aslında ağaçtan çok da uzağa düşmemiş bir armut gibi görebiliriz. Tabi ki Dave Brubeck'de swing döneminde ortaya çıkan ve o döneme mâl edilebilecek bir isim olsa da, Cool Jazz dediğimiz devir de biraz da onunla başlar. Swing döneminde bu anlayış biraz yerleşmiş olsa da, caz insanların türlü şakalarla sahnede eğlendirildiği, birbirlerine atıflarda bulunan ve bir kulaktan diğer kulağa sırıtan neşeli adamların hafif alkollü kitleleri ve çiftleri pistte dansa teşvik ettiği bir bar eğlencesinden, daha saygın ve klasik bir formata aslında bu sırada geçiş yapmıştır. Dave Brubeck de bu ekolün öncülerindendir. Çünkü onun müziği, kalkıp dans edilecek eğlencelik bir müzik olmaktan öte, bir klasik müzik şaheseri dinler gibi sandalyenizden kalkmadan sessizce fakat içten bir coşku ile dinleyip, bittiğinde yine de ayağa kalkıp saatlerce alkışlayabileceğiniz kaliteyi sunma iddiasındadır ve bence, milyonlarca hatta artık tüm dünyaca, gerçekten öyledir de...

     Bar müziği salon müziği olurken, gelenekçi diğer bazı komplikasyonlar da ince neşterler ile tedavi ediliyordu, Brubeck ve onun gibiler tarafından. Brubeck, ondan önceki birçok diğer efsanenin aksine, bir virtuoz olarak tanınmamıştır. Çok iyi bir piyano yeteneği olmasına rağmen, ona dünyaca kabul görmüş bir virtuoz muamelesi yapmak kolay olmayacaktır. Kendisini de öyle tanımlamamıştır zaten ben piyano çalan bir besteciyim derken. Evet o bir bestecidir, hem de en iyisinden. Basit ezgiler ve çarpıcı armoniler yaratmanın çok ötesindedir onun besteciliği. Şaheserler, başyapıtlar yaratmıştır. Caz müzik tabularından olan klasik tarz ile barışmış ve müziğini de barıştırmıştır. Çok değişken eserlere imza atmıştır. Bir yarısını diğer yarısından farklı zevk ve lezzet ile dinleyeceğimiz karmaşık ve çarpıcı çizgiler oluşturmuştur. Hepsinden önemlisi, kendi başlattığı çizgilerin yönünü dahi sonradan tayin etmiş ve yön değiştirmekten kaçınmamıştır. Ancak bununla da bitmez Brubeck devrimciliği...


     Caz emprovize yani doğaçlama bir tarzdır. Öyleymiş bir zamanlar. New Orleans döneminde belki. Doğaçlama olmasının bir nedeni de belki, eğitim olarak daha alt seviyeden gelen müzisyenlerin, tab okuyarak değil de, doğal yetenekleri ile geliştirmeleridir bu tarzı. Sonralarda daha eğlencelik ve çerez kıvamında bir çizgi oluşmasına rağmen, bir noktaya kadar emprovize kalmış caz. Dave Brubeck belki de en fazla bu yanı ile ünlenmiştir. Doğaçlama yeteneği tarifsiz ve sınırsızdır. Doğaçlamaya başladığında, insanın kulağında öyle bir hissiyat bırakır ki, sanki o an bir melodiye katkıda bulunup basit birkaç nota ile geliştirmiyor da, çaldığı eseri unutup, seyirciye de mahcup olmamak için, tevazu içerisinde yeni bir eseri hata yapmaksızın besteliyor gibi... Bu yüzden belki de, Take Five araması yaptırdığınız zaman, onlarca     hatta yüzlerce Take Five çıkıyor karşınıza ve siz her birini dinlerken yeni bir serüvende buluyorsunuz kendinizi. Her seferinde yeni bir lezzet, yeni bir heyecan var ve bu beklentiyi yükselttikçe, o yeni beklentileri karşılayabilecek kapasitede bir adam sayesinde 60 yıldan fazla süren bir rüya etkisi yaratıyor Brubeck'in müziği. Öyle bir rüya ki, henüz 2 gün önce uyanabildik...

     Yine bitmek bilmeyen bir devrimci ruh ve yıkılan klişeler kendini gösteriyor 1959 senesinde. 4/4 lük klasik caz vuruşlarına da bir çalım atıyor Dave Brubeck. Türkiyeyi ve doğu ülkelerini ziyaret etmeyi seven bu ülkelerin müzikleri ile de uğraşan bir deha dokunuyor caz klişelerine. Bu gelişim kendini bir Paul Desmond bestesi ile gösteriyor. Önceleri çok eleştirilen, kimseye satmaz denilen, burun kıvırılan bir albüm Time Out. Burun kıvıran ve eleştirenler sanırım sonrasında kafalarını saklayacak delik bulmak için nereye kaçacaklarını bilememişlerdir zira albüm halen dünya tarihinin en çok satan caz albümlerinden biri. Şarkı, yine ezber bozan, duvar yıkan bir devrim. 5/4'lük vuruş, aslında net olarak Türkiye'nin batısı ve balkanlarda yaygınca kullanılan 9/8'lik vuruşun ortadan ikiye bölünmüşü. Tabi ki ustalık, bu diyarlarda darbuka ile ve parmaklarla icra edilen bu ritmi, davul setine uyarlamakta. Davul çalmaya çalışırken her Take Five denememin küfürle sonuçlanmasının nedeni de bu olsa gerek. Veyahut da, Take Five çalmak için bir Joe Morello olmak gerek... Bilemedim. En nihayetinde, burada kalkıp da, caz tarihinin en ünlü, en çok bilinen ve en iyi şarkısı Take Five'dır desem, itiraz edenler kesinlikle olacaktır ancak eminim ki 1- azınlıkta kalacaklardır 2- o itiraz sahipleri bile Take Five'ı, üç manada da ilk beşlerinde sayacaklardır. Albümün bir diğer devrim yaratan eseri, Blue Rondo A-la Turka. Klasik esintisi olmasına rağmen yine kırık doğu ritimlerini, bir de üstüne üstlük caz perspektifinde buluşturan, dinlerken insan da, yine, bunun arkasında bir dahi olmalı hissiyatı uyandıran bir şarkı. Ve yüzyılın müzik devrimcisi Dave Brubeck...

     Blue Rondo A La Turk, Mozart'ın Rondo A La Turca'sından esinlendiği zannedilen bir şarkı olmasına rağmen, Dave Brubeck bunu reddedip, "Adına sadece Blue Rondo desem daha iyi olacaktı" demiştir.


     Dave Brubeck için birşeyler söyleme isteği bitmiyor. Ben de uzattıkça uzatmak istiyorum ama her güzel şeyin de bir sonu vardır. Dave'in de olduğu gibi. Ben arkasından en azından, onun için, caz'ın başına gelen en güzel şeylerden biri diyebiliyorum. Daha önce başka eleştirmenlerin de başka şekillerde dile getirdiği muhteşem bir tespiti de eklemek istiyorum. Dave'in sırrı, çığır açan bir karmaşayı, çocuğun bile algılayacağı bir sadelikle sunarken, zerafetten ve yumuşak dokunuşundan ödün vermemesidir. Devrimlerini, sindirilebilir dozlarda tutarken, değişimden asla vazgeçmemesidir. Dinamik  olmasına rağmen durağan görünen sahne performansı esnasında, daima bir müzikal fikir üretip onu daima harekete geçirmiş ve mucit tarafı asla dur durak bilmemiştir. Swing, Cool ve Fusion için ayrı ayrı altın değerinde eserler bestelerken, bu tarzlara, onların yankılarına, isimlerine ve şekillerine takılmayıp, dönemine uygun gelişimle her seferinde sadece iyi müzik ve iyi beste yapmasıdır. Onun tarzını kategorize edecek olan, bizler gibi dehasını ancak anlamaya çalışan ve yaptığı müziği hayranlıkla dinleyenler olacaktır. O kendini kategorize etmemiş, müziğini kalıplara sığdırmamış, şekillere sokup adını koymamış, bunun yerine bilinen kalıpları, şekilleri ve ezberleri yıkmış, bu sayede de 60 yılı aşkın süre güncel ve zirvede kalmıştır.

     Hepsinin ötesinde, bir de kişisel tavırları ve duruşu var ki, ona ayrıca bir yazı ayırmak gerekecektir. Ben defalarca Türkiye'ye gelmesine rağmen, üzülerek söylüyorum ki, gidip dinleme fırsatı bulamadım. Bazen gidecek param olmadı, bazen de çok ters zaman denk geldi. Bir keresinde bileti bulma imkanım olmasına rağmen gidememiştim. Ancak giden arkadaşlarımın deneyimlerini paylaşınca, o çapta bir efsaneye göre fazlaca tevazu, seyirciye saygı ve ahlaki değerlere iyeliğin farkındalığı insanı şaşırtıyor. Soğuk görüntüsüne rağmen, canlı kayıtlarında da görebiliyoruz ki aslında eğleniyor ve eğlendirmeyi de seviyor. 

     Dave Brubeck, kısaca, bir efsane, bir dev ve örnek bir müzisyendi. Populist kaygılardan çok müziği ile ilgilendi. Ne de olsa saygısızlığın prim yapmadığı, ahlakın değer sayıldığı bir devrin adamıydı. O caz'ın babasıydı ve caz şimdi gerçekten de öksüz kaldı...


Daha önceleri resmi yayıncı tarafından yayınlanmayan videoları paylaşmama geleneğim olmasına rağmen, Dave Brubeck'in ölümünün arkasından yayıncısının finansal kaygılarını çok da umursayamayacağım. Eminim ki Brubeck yaşarken yeterince kazandırmıştır. :)

    











Caz dinlemeye başlamama neden olan Dave Brubeck'e bir borcum olduğunu hissediyordum. Bu yazıyı yazıp değerli şarkıların videolarını ekleyerek ne ben borcumu ödeyebildim, ne de dünya kaybettiği hazineyi geri kazanabildi ancak en azından ölümünden sonra anılmasına bir katkıda bulundum. Dave Brubeck, bize doğum gününe saatler kala kötü bir hatıra bıraktı aslında. Ancak benim onunla ilgili hatırlamak istediğim daha güzel hatıralarım var. Belki de milyonlarca insan aynı adam ve aynı şarkı ile başladı caz dinlemeye. Umarım ki milyonlarcası daha aynı hatırayı paylaşır...