Bu Blogda Ara

11 Ocak 2013 Cuma

Zor bir tercih olarak "Caz" ve Uraz !

Yaklaşık bir sene önce, yani bu Blog'da yazılarıma ilk başladığım dönemlerde yazmış olmam gereken bir tanıtım yazısı, şu an dokuz aylık bir gecikme ile geliyor. O sıralar, ben de aylarca bu sayfadan uzak kalmayı beklemiyordum ancak elde olmayan bazı sebeplerle sayfam da, o dönem hazırladığım tanıtılacaklar listem de uzun süre öksüz kaldı. Şimdi bu denli bir gecikmeden sonra ele alırken de, zor bir tercih olarak altını çiziyorum Caz'ın. Görev bilerek de, özellikle yerli müzisyenlerin albümlerini tanıtırken, sıkılmaksızın her defasında altını çizmeye devam edeceğim. Fakat caz zor bir tercih olsa da, kendini bu klasmanda yarışmaya hazır hisseden her eğitimli müzisyen, bir şekilde bu patikayı seçiyor. Bugün de, 2012 yılının Mart ayında piyasaya çıkan albümü "Pieces" ekseninde, Uraz Kıvaner'den bahsetmek istiyorum. Her ne kadar bu süre zarfında, zaten caz müziğe gönül veren tüm dinleyiciler bu albümü duymuş, almış, dinlemiş hatta sanatçının çeşitli aktivitelerine katılıp canlı olarak deneyimlemiş bile olsalar, iki satır da benim bahsetmemde bir beis yoktur sanırım. 

Yeni bir albüm ve sanatçının ilk albümü "Pieces", dolayısıyla ben de öncelikle, kısaca Uraz Kıvaner'den bahsetmek isterim. Malum Vikipedi misyonum yok, o yüzden de çok kısaca... Öncelikle 1979 doğumlu Kıvaner, yani aynı sene doğmuşuz. Müzik eğitimini de Bilgi Üniversitesi'nde tamamlamış. Hele ki okuduğu dönem göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye şartlarında oldukça prestijli bir bölümde okumuş. Yazının sonunda bağlantısını vereceğim resmi internet sitesinde de görebileceğiniz gibi, son on yılda, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında önemli müzisyenlerle birlikte çalışmış ve önemli takvimlerde boy göstermiş. Oscar Peterson ilgisi beni cezbeden başka bir yanı oldu Kıvaner'in. Piyano tekniği olarak Oscar Peterson'a ne kadar benzediğini ben yargılayamayacağım, o kısmı piyano duayenlerine bırakıyorum ancak, şarkı söylerken gerçekten de bir Chet Baker rüzgarı estiriyor diyebilirim. Dolayısıyla da gelecekteki albümlerinde daha fazla vokal performans dinlemeyi umuyorum. 

 Her albümde olduğu gibi, burda da kişisel olarak beğendiklerimi ve beğenmediklerimi aktarmaya çalışma niyetindeyim. Beğendiklerimin başında ise en subjektif bakış açımla, kadro geliyor. Mevcut Türkiye piyasasında, Ferit Odman davul çaldığı zaman daha bir kulak kesiliyorum albüme. Bunu daha önce de, aynı subjektiflikle belirtmiştim. Yazının devamında da bundan tekrar bahsetmek niyetindeyim.  Bence genç neslin en iyi davulcularından ve çaldığı albümde dokunuşunu hissedebildiğimiz bir isim. Bir davulcu için de en önemlisi zaten bu hissiyattır. Dünya devlerinin albümlerinde, müziğin içinde eriyip giden ve varlığını hissedemediğimiz davulculara denk gelebiliyoruz. Ancak Ferit Odman katkıda bulunduğu her albüme, imzasını olmasa da parafını bir yerde ve bir şekilde atıyor. En yakın örneği ile, bu albümde, "I fall in love too fast" dinlerken, fırça ve gölgelendirmelerden başka bir şeye odaklanmak benim için zor oldu.

Keza Resurrection'ı dinlerken de, verilmek istenen Anadolu havasına dair kişisel fikrimden münferit, bu havayı verme konusunda Odman'ın imzasına dikkat çekiyorum. Bu caz ile diğer türevler arasında gidip gelen çizgileri yakalama ve farklı mezurları bağdaştırma konusunda, bir "Joe Morello" hakimiyeti hissettiriyor desem, çok da abartmış olmam sanırım. (abarttıysam da efsane bir isim ile abarttım, arif olan anlar yahu) Yine de, ben neresinden bakılsa fazlasıyla tutucu ve subjektif adamımdır, siz kendi kararınızı verirsiniz. Tabi kadro kalitesi Ferit Odman ile sınırlı kalmamış. Yine başka duayen isimler girmiş devreye albüm oluşurken. Bir tanesi de, tekrar keyifle bahsedecğimiz Ozan Musluoğlu. Benim albümde en çok beğendiğim (kendi kompozisyonları içinde) parça olan "Escape" ile Ozan Musluoğlu'nu takip edin ve lütfen herhangi bir ABD'li (caz'ın anavatanı olduğu için örnekledim) duayen selefinden bir eksiğini göreniniz olursa, beni de bilgilendirin. Caz'ı hissettiren ritim  ise ve ritim de davul ve bas ikilisinin marifetiyse, albüm zaten şu noktada galip başlıyor serüvene. 

Bu ikiliyi zaten yakından tanıyor ve biliyoruz ve ikisinin bir arada olduğu çalışmalarda ritim hissiyat kazanıyor diyebiliyorum şahsen. (siz de deseniz fena olmaz hani) Bu albümde de aynısı gerçekleşmiş. Ritim hissiyat ve şahsiyet kazanmış. Buna ayrıca, genç (aramızda bir yaş olduğuna göre ben de genç sayılırım hala) ve oldukça yetenekli bir saksafonist katılıyor. Engin Recepoğulları. Sanırım, "Escape" ben de böyle güzel bir etki yaratırken, onun dinamizminin de rolü büyük oldu. Bu kadroya benim kulağımın aşina olmadığı ve yorumlarımın geçersiz olacağı bir enstrüman olan bağlama ile İsmail Altunsaray eklenmiş bazı parçalarda. Onun da yetenekli bir enstrümanist olduğunu ve alanında söz sahibi olduğunu biliyoruz tabi ki ancak ben bir yorum yapmaktan çekiniyorum zira tınısına yabancıyım sazın. 

Albüm hakkında ayrıca bir iki satır eklemeden önce, tabi ki eleştirimi önden sunuyorum. Albüm konsept bir albüm ve ben biraz irkiliyorum bu konsept albüm havasını sezince. Daha önce Cem Adrian ile ilgili yazımda yazdığımı aynen tekrarlıyorum. Ben kendi adıma, sanatçının müziği ile ilgileniyorum. Sanatçının beni bu dünyadan alıp, kendi yarattığı müzikal dünyaya götürüp, orada yaşattığı keyifli dakikalar ile beynimi dinlendirmesidir benim için aslolan. Bu yüzden de, gerçekten sanatçının mesajı zerre kadar ilgimi çekmiyor. Çünkü her ademoğlu gibi, kendine özgü fikirleri, ilgi alanları ve bakış açıları olan bir bireyim ve bir müzisyenin ne siyasal ne felsefi ne de hayata bakış açısı ile ilgili düşüncelerine hayranlık duyarım. Benim için hayranlık duyulacak olan müziğidir. Dolayısıyla herhangi bir kişiye münhasır fikir hissiyatı beni veya başka bir dinleyiciyi itebilir. Müzik de şiir gibidir benim nazarımda, sanatçının yazarken/bestelerken ne düşündüğü değildir önemli olan, dinleyiciye ne hissettirdiğidir. Dolayısıyla da, çok derin anlamlar yüklenecekse, bu misyonu dinleyiciye bırakmak lazım diyorum. Tabi bu eleştiri de, yumuşak ve esas değil de usul için yapılmış bir eleştiri. Bunun dışında, albümdeki ritim çeşitliliği ve tarz eksikliği sorununu gündeme getirirdim zira caz'ın bir çok evresine dair ritimler bulmak mümkün. Ancak Uraz Kıvaner buna zaten gereken cevabı vermiş ve ilk albümümde değişik tarzları bir araya getirmek istedim şeklinde açıklamasını yapmış. Dolayısıyla da bu eleştiri yapılamadan tarihe gömülüyor.

Albüm iki adet çok bildik caz parçasının yanı sıra altı tane yeni kompozisyondan oluşuyor. Klasiklerin ilki, Chet Baker ile özdeşleşmiş "I fall in love too easily" diğeri ise her efsane vokalin en az bir kez süzgecinden geçmiş olan bir caz standardı; "Body and Soul". (Ella'dan iyi söyleyen var diyorsanız kavga ederiz) Albümün bazı parçalarında Anadolu motifleri kullanılmış. Anadolu mozaiği ile ilgili bir şeyler söylerken de yine biraz tereddüt ediyorum. Çünkü aynı sorunsalın devamını yaşıyorum. Ben o ezgilere çok da hakim değilim. Bilmiyorsam da, -muş gibi de yapmamayı tercih ederim. Ancak dinlerken yarattığı hissiyat, bana tekrar iyi müzik dedirtiyor. Bunun dışında, Uraz Kıvaner'in piyanosu çok keyifli ve pürüzsüz. Sesi de, kendisi pek beklentiyi düşük tutar tarzda konuşsa da, keyif verici. Burada bağlantısını paylaşacağım televizyon programında, "My funny valentine" adı geçmiş bir öneri olarak ancak ben yine Chet Baker ile özdeşleşmiş başka bir parçaya odaklandım Uraz Kıvaner için... "Look for the silver lining." Bayılıyorum zaten öneri vermeye, sanki birileri dinleyecekmiş gibi. Albümde bahsedilmesi gereken bir detay da, "Song for T.Ö." isimli parçanın küçük hikayesi. Tuna Ötenel için bestelemiş bu parçayı Kıvaner ve kendisi Ötenel'den tüm bir üniversite eğitimde öğrendiğinden fazlasını öğrendiğini söylüyor. Bir ustaya vefa borcunun saygı ile ödenmesini de en basit tanımı ile "takdir ediyorum".

Sonuç olarak, Louis Armstrong damgası olarak anacağımız kısa yoruma geçersek, bence "iyi müzik" ve zor bir tercih olarak caz, Uraz Kıvaner için iyi bir tercih olmuş. Tipsiz bir adam olarak eminim ki, onun kadar şemalim düzgün olsaydı, ilk tercihim caz olmayabilirdi. ()

Sanatçı iyi, kadro iyi, albüm keza iyi ve yine her yerli albüm gibi fiyat/kalite performans testinde almayanı ciddi anlamda tartaklarlar etiketi ile aşağıda satış bağlantısını bulabiliyorsunuz. Uraz Kıvaner'e de aynı güzellikte yeni bir albümünde "Look for the silver lining." dinlemek istediğimi(zi) tekrar (baskı olmaksızın) iletiyorum(uz). 


1- Song for T.Ö.
2- Respect Loneliness
3- Escape
4- Body and Soul
5- Deep Thoughts
6- I Fall in Love too Easily
7- Resurrection
8- Anadolu Ballad






5 Ocak 2013 Cumartesi

Kazara caz !






     Caz vokalisti olmak zor iştir bence. Sadece sesiniz değildir önemli olan eğer caz söylüyorsanız. Yüz yılı aşkın zamandır süregelen bir geleneğin sert çarkları öğütecektir sizi attığınız her adımda, sarfettiğiniz her cümlede ve seçiciliği keskin bir kitlenin sert bakışları altında hissedeceksinizdir kendinizi; sanki yaptığınız ilk hatada yerde yere vurulacakmışcasına. Caz bir tarz alanıdır, duruşun, görünüşün yanısıra, nasıl konuştuğunuzun ve nasıl hareket ettiğinizin de ince elenip sık dokunduğu bir kulvardır. Kimseye benzememek yolunuzu tıkar bazen, kendi tarzınızı kabul ettirmenin zorluğu ve temelden inşa edilen bir imaj yanısıra yepyeni bir ekolün yankı bulması... Bazen de birilerine çok benzersiniz ve taklitçi damgası ile kafeslenir caz kariyeriniz daha başlarken. Bütün bunlardan sıyrılarak adınızı bir yerlerde duyurabiliyorsanız da, zaten eleştirilecek çok fazla şey kalmamış demektir. Bugün burada bahsedeceğim isim, hayatın engel dolu kavislerinden de, caz kariyerinin sabit kukalarından da aynı zerafet dolu slalomlarla sıyrılmış ve üçüncü albümünü de çıkartarak kendine caz dünyasında güzel bir yer edinmiş bir isim. Melody Gardot.

En başından anlatmak istiyorum hikayesini. Çok huyum da değil aslında hikayeleri veya körün gördüğü, sağırın duyduğu klasikleri sıralamak ve ansiklopedik satırlar sarf etmek fakat Melody Gardot'un hikayesi bir kez daha üzerinden geçilmeye değer. Aslında dokuz yaşında başlamış Gardot'un müzik serüveni. Aldığı dersler sonrasında, yerel bazı eğlence mekanlarında piyano da çalmış henüz küçük sayılabilecek yaşlarda. Ancak 2003 yılında, henüz 18 yaşındayken hayatını düz giden çizgisinden çıkartıp kırık bir makas ile eğri bir raya oturtacak olan kaza gelmiş başına. Kırmızı ışıkta geçen dikkatsiz bir sürücünün ona çarpıp kaderine terketmesi sonucu, leğen kemiği kırılmış ve daha da kötüsü beyninde oldukça ciddi hasar oluşmuş. Bu hasar sonrası hali için, kendisi, "biraz olsun bitkiye dönmüştüm" diyor. Bir yıl boyunca yatağa çakılı kalmasına neden olan kırığın vereceği acı ve sıkıntılar bir yana, beyninde oluşan hasar nedeniyle yaşadığı hafıza problemleri, ışık ve sese karşı aşırı hassasiyet gibi büyük sorunlar, belki de en beklenilmedik şekilde onu müziğe ve tekrar hayata bağlamış. Müziği bir terapi ve tedavi aracı olarak kullanan Gardot, leğen kemiğindeki kırık nedeniyle piyano çalamadığı için, yatağında da çalabileceği bir enstrüman olan gitar ile devam etmiş müzik serüvenine. İlk başlarda doğru kelimeleri seçerek konuşmasını ve iletişim kurmasını bile etkileyecek derecede büyük olan travmasına da müzik yolu ile çözümler üretmiş. Bir süre sonra ise şarkı söyleyerek katettiği yolun sonunda, sağlıklı cümleler kurabilir hale gelmiş. Sese karşı olan hassasiyeti nedeniyle de gürültülü müzik türlerini dinleyemediği için, terapi süresince daha yumuşak armoniler ve hafif ritimlerle örülü olan latin caz dinlemiş. Stan Getz albümleri eşliğinde devam etmiş tedavisine. Şimdi ise, hala var olan ışık duyarlılığı yüzünden takmak zorunda kaldığı güneş gözlüğü ve leğen kemiğindeki kırığın yadigarı olan bastonu dışında, sağlığı oldukça iyi görünüyor ve müzik yapmaya devam ediyor. 

     İlk çalışmalarını hastahanede, tedavi süreci sırasında oluşturan Gardot, bunları daha sonra kaydedip radyolarda yayınlayarak başlamış kariyerine. 2008 çıkışlı Worrisome Heart ve 2009 çıkışlı My One and Only Thrill adlı albümlerinden sonra, tabi ki benim bu yazımın da nedeni olan 2012 çıkışlı ve The Absence isimli yeni albümünü yayınlamış. Aslında albümün çıkış tarihi 2012 Mayıs ama sanırım benim tembellik alışkanlığı yine sirayet ediyor. 2012 başlarında bir kenara not aldığım ve hakkında birşeyler yazarım dediğim albüm ve sanatçılara bakınca da, 2013'ün ilk yarısında kimse albüm yapmasa da malzemem hazır diyebiliyorum. İşte tam da o kadar tembelim. Konuya dönersek, ve konumuzun hala caz olduğunu kabul edersek, Gardot'un albümü caz sahillerinin daha yumuşak ve naif bir kıyısına vuran sakin dalgalar gibi. Bazı vokaller güçlü ve burçlardan yankılanan otoriter sesleriyle yaratır titreşimlerini, bazıları ise sakin tonları ve insana huzur veren tarzlarıyla. Melody Gardot, bunların içinde ikinci guruba dahil görünüyor. Ama dahil olduğu tarzın da hakkını veriyor kanımca. Caz içerisinde düşünülecekse, Latin çizgisi çok ağır basan bir müzik yapıyor Gardot. Bir yanıyla da, bir caz albümünden çok, 1950'lerden bir Fransızca hafif müzik albümü rüzgarı estiriyor kulaklarda bazen. 

      Müzik oldukça yumuşak, ritimler genellikle Latin ve hatta Bossa Nova etkisi taşıyor. Gardot'un gitarının ve kulak okşayan Latin ritimlerinin dışında, müzikal beklentiyi aşağıda tutmak gerekiyor biraz dinlerken. Ancak vokal tüm günlük stresinizi üzerinizden alabilecek kadar hoş ve rahatlatıcı. Melody Gardot, geçirdiği kaza ve sonrasındaki iyileşme süreci boyunca edindiği erdem ve sabrı müziğine de yansıtırcasına sakin ve şefkatli dokunuyor müziğe, sesiyle. Dolayısıyla ben de, iyi müzik diyorum. Monterey Caz Festivali de benimle aynı fikirdeymiş ki, 2012'de Gardot'a sahne ayırmış. Ya da, ben Monterey Caz Festivali ile aynı fikirdeyim diyelim, daha mütevazi görünsün. 

     Yazımın başında gevelediğim kriterleri üzerinde taşıyor Gardot, tüm bunların yanında. Duruşu ve tarzı ile bir caz vokalisti olmanın gereklerini şapkasının içinde tutuyor ve ben geleceğin divalarından olurum diye fısıldıyor, çığlıklara tahammülü olmayan kulak hassasiyeti yüzünden. Aşağıda bu albümün kapak resmi, şarkı listesi, satın alma linki, Melody Gardot resmi internet sitesinin bağlantısı ve resmi YouTube profili tarafından yüklenmiş bir kaç tanıtım görseli paylaşıyorum. Kalanını keşfetmek size kalıyor. Ben bir iki parçadan bahsedeyim yine de... La Vie En Rose, klibi ile, bir reklam mizanseni taşıyor ve anladığım kadarı ile bir mücevherat firmasının tanıtımını içeriyor. Ancak çokça dinlediğimiz ve sayısız ünlü ses tarafından seslendirilmiş bu muhteşem klasiğin, yine dinlemeye değer bir yorumu. Bu şarkıya ait görsel kendi internet sitesinde de bulunduğundan, yükleyiciye bakmaksızın YouTube bağlantısını veriyorum. Son albümünden bir parça ise, Mira ve resmi olmayan yükleyiciler tarafından paylaşılmış görselleri internet üzerinde mevcut olsa da, ben burada paylaşmıyorum. Bir çok parçada, Latin Caz teması olmasına rağmen, ara namelerini scat ile renklendiriyor Gardot. Mira da bunlardan biri. Kendi sakin tarzı içerisinde bence oldukça da hoş duruyor bu renkler ve bu anlamda da benim beğenimi kazanıyor. İnternet sitesinde bir de turne listesi var ancak henüz o listede Türkiye malesef yok. Sanırım bunun temel nedeni, albümün orta ve kuzey Avrupa müzik listelerindeki başarısı zira turnenin ağırlığı bu bölgelerde konuşlanmış. Albüm ayrıca Birleşik Devletler'de de caz albümleri listelerinde 1. sırayı görmüş.

     Albümdeki şarkıları vereceğim bağlantıdan tek başına da satın alabiliyorsunuz ancak 11. şarkı, Iemanja, sadece albüm ile birlikte geliyor. Tek başına satışı yok. 

    Uzun lafın kısası, daha hafif ve yumuşak caz esintilerinden hoşlananlar için ideal bir albüm olmuş. Bir de kendiniz deneyin.

     Bahsetmeseydim çatlardım, internet sitesi üzerinde verdiği parça tanıtımları, parça ile ilgili en ufak bir fikir vermekten bile uzak olacak kadar kısa. Zaten girişten itibaren çok zaman kaybeden şarkılar, daha başlarken sonlanıyor. En azından şarkının ortalarından kesitler verilseydi, daha fazla fikir edinilecek bir halde olabilirlerdi diyorum. 


1- Mira
2- Amalia
3- So Long
4- So We Meet Again My Heartache
5- Lisboa
6- Impossible Love
7- If I Tell You I Love You
8- Goodbye
9- Se Voce Me Ama
10- My Heart Won't Have It Any Other Way
11- Iemanja















30 Aralık 2012 Pazar

Focan standartları belirliyor !

   
     Ülkemde caz sanatçısı olmak zor. Zor çünkü dinleyici kitlesi zaten evrensel manada az olan bir müzik türü olarak caz, bizde daha da az rağbet görüyor, zor çünkü bu kadar az rağbet gören müziği icra ettikten sonra yayınlaması ayrı dert, pazarlaması ayrı dert ve popüler kültüre adanmış medyada icrası ve tanıtımı apayrı bir dert olarak sanatçıyı zorluyor, zor çünkü insanımız zevkleri ile örtüşmeyenlere tahammül veya saygı göstermeyi de pek sevmiyor. Yine de insanlar caz yapıyor ülkemde de, tüm olumsuzluklara inat. Hal böyle olunca, eleştirmeye de kıyamıyorum ülkemin cazcısını ve ayrı bir saygı duyuyorum çoğu zaman. Çünkü farkındayım ki zor bir mücadele veriyorlar. Bazen caz müzik için kendi esnettikleri çıtalardan birer kasnak uydurup, bunun dışında kalanları görmezden gelen elitistler çıkıyor karşıma ve kıkırdıyorum; bazen de gerçekten yaptığı müziğin adına caz denilebilmesi için Berklee'den üç şahit çağırılsa bile muvaffak olamayacak insanlar, yine de caz portföyünde boy gösteren albümleri ile stand-up'larını sergiliyorlar, biraz daha ileri gidip kahkahayı patlatıyorum. Ancak eninde sonunda tüm bu kara mizahı silip, hem müziği hem de duruşuyla içimi ferahlatan birileri yeni bir şeyler üretiyor ve içimden "ben de seni bekliyordum" diyerek gülümsüyorum.

Önder Focan, bu gülümsemelerimin azmettiricilerinden biri olmuştur yıllardır. Herşeyden önce, en azından televizyondan ve diğer medyadan gördüğümüz kadarıyla, naif ve ölçülü kişiliği ile insanı kendini dinlemeye yönelten sakin ve dost bir sesi ve devamında bir müzisyenden daha fazlasını barındıran bir kariyeri var. Tüm bunlar iyi müzik ile de birleşince, Önder Focan'ı dinleyesi geliyor insanın. Hepsinin de ötesinde, Önder Focan aslında Türk Caz'ı için bir marka. Songbook da, Önder Focan markası ile 2012 yılında piyasaya çıkan hoş bir albüm. Bu albüm ve beraberindeki grup ile ilgili bir şeyler karalamadan önce, hatıramdan bir küçük anı aktarmak isterim. 

90'lı yılların sonlarında, yeni müzikler ve müzisyenler keşfetme sevdamızın henüz başlarında, o zamanlar Beyoğlu'nda bir kasetçide çalışan yakın bir dostum keşfetmişti ilk kez Önder Focan'ı. Tabi kısa sürede bir albümünü edinip, o heyecan ile benimle paylaşmıştı. Henüz koltuğa çöküp albümü elime almıştım ki, "Önder Focan ha ? Dinleyelim bakalım." dedim ve Mustafa hala daha unutamadığım şaşkın bakış ile beni uzunca süzdü ve "Usta, çok karizmasın ha, adamın adını Türkçe okuyan kimseyi görmedim henüz, herkes Fokan, Fosan diye saçmalıyor." demişti. Gülmüştük tabi o zaman, toplumun ilk adı Önder olan bir müzisyenin soyadını yabancı dillerde okuma refleksine. Ben şahsen hala gülüyorum. Aynı dönemde, televizyonda rastlamıştım bir Önder Focan konserine. Hatta gençliğinde caz ile alakadar olmuş olan babama dinletmiştim de o pek beğenmemişti Önder Focan'ı. Bahse konu konser bir trio konseriydi ve tabi bir trio'da enstrümanlardan biri de gitar olunca, müzik çok doyurucu olmamıştı. Songbook ile ilgili söyleyeceğim ilk satır da tam bununla alakalı işte, müzik doyuruyor bu albümde. 

Ben gelenek olarak öncelikle eleştirimi sunup sonrasında beğenimden bahsetmeyi yeğliyorum. Eleştiri de değil de aslında, benim bakış açımla alakalı bir sıkıntı. Daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim, benim hayalimde müzik, geliştiği coğrafyanın ve kültürün dili ve izleriyle güzelleşir. Yani aynı örneği vermek gerekirse, İtalyanca bir Türk Halk Müziği şarkısı duyacak olsam, okkalıca küfrederim. O yüzden de, Türkçe caz beni çok cezbetmiyor. Dolayısıyla da bu albümde  dinlemekten en çok keyif aldığım şarkıları sıralamaya kalksam, "She sings the telephone book", "Sympatheticus" ve "Early in the morning" olacaktır. Fakat müzikal açıdan oldukça başarılı bir albüm ve ayrıntılarda şeytanı aramaya da gerek görmüyorum. Bu detayı geçtikten sonra ise, öncelikle gruptan biraz bahsetmek lazım. 

Meltem Ege zaten önemli bir vokal ve özellikle tempolu şarkılarda çok güzel performansı var. Berklee onayı taşıyan bir sanatçıya benim onay vermem de çok anlamlı değil zaten. Davulda benim kişisel olarak Türkiye piyasasında çok beğendiğim bir davulcu, çok da keyifli bir çalışmaya imza atıyor; Kerem Görsev ile çalışmalarından hatırlayacağımız Ferit Odman. Arkadaş arasında davulcu beğenmeme huyum ile ünlenmeme rağmen, Ferit Odman'ın akıcı ve dengeli tarzı oldukça hoşuma gidiyor. Zaten ünü  Türkiye sınırlarının dışında da yankı bulan bir müzisyen ve bu albüm için de benzeri güzellikte çalmış.  Trombonda Bulut Gülen, double bass ile de Ozan Musluoğlu çalıyor albümde. Songbook için standartların üzerinde bir performans diyeceksem bu yazının sonunda, bu iddialı yorumun oldukça önemli bir payını da trompet için kenara ayırmam gerekecek. Şenova Ülker zaten oldukça aşina olduğumuz başka bir isim ve albüme ciddi bir lezzet katmış. Ülkemizde icra edeni bulmakta zorlandığımız bir enstrüman adına gerçekten çok güçlü bir isim ve bu albümde de bu gücü kolaylıkla hissedebiliyorsunuz.

Müzik doyuruyor ve en önemlisi de bu. Caz albümü dinlediğimizi hissettirecek bir atmosfer var ve Önder Focan'dan beklenenin de minimumu zaten bu. Meltem Ege'nin güzel vokali de, bebop stili de çok renkli. "She sings the telephone book", Önder Focan'ın bir hatırasından kaynakla, Ella Fitzgerald için yazılmış ve telefon rehberi okusa bile dinlenir teması taşıyor. Benim için de dinler dinlemez albümün en iyi parçası oluverdi. Caz klasiği olacak kadar kaliteli bir beste bence ve Ferit Odman harika çalışıyor bu şarkıda. Gerçekten de Ella Fitzgerald telefon rehberini okusa bile dinlerdim. Ancak Meltem Ege'de çok güzel söylüyor. Özellikle bu şarkının üzerinde çok durmam, sanırım dinlerken çok heyecan duymamdan kaynaklı ancak albümün tamamı övgü hakediyor ve daima baz aldığım Louis Armstrong değerlendirmesi ile ve en basit şekli ile, "iyi müzik" damgası yiyor. Özenli besteler ve disiplinli bir albüm. Burada yazacak şey bulamamaktan kıvranırken rastladığım ve yazma şevkimi dahi kıran bir çok çalışmadan sonra, gerçekten de "hadi bahsedeyim şu albümden" dediğim bir atmosfere sahip. 

Tabi ki ben oldukça gecikmeli olarak tanıtıyorum bu albümü. Başlıca nedeni, albüm çıksında tanıtayım diye beklemiyor oluşum. Aklıma estikçe, hoşuma gidenleri paylaşıp, gitmeyenleri eleştiriyorum. Sonrasında tembellik devreye giriyor ve bir çok yazmak istediğim konu gibi bir süre kenarda bekliyor bazı albümler de. En önemlisi de, albümü bulup dinlemeden nasıl yazabilirim ki, değil mi ? Yakın zamanda dinleme fırsatı bulabildim aslında ben de. Bir süre songbook dilendim sağda solda, bir dinleyebilmek için hatta. Şaka bir yana, bu albümü dinlerken, blog'un bir İngilizce versiyonunu hazırlayıp, bizim caz sanatçılarımızdan bahsetmeyi düşündüm. Tabi ki burada yazdığım tonda ve kafama göre eleştiri tadında değil de, biraz daha tanıtıcı manada bir versiyon ile. Çünkü ülkemizde de dünya standartlarında caz yapılıyor ve eleştirmeden keyifle dinleyeceğimiz albümler çıkıyor. Şurada eğitim almış, şunu yapmış, burada çalmış şeklinde anlatmak biraz sıkıcı olacak belki ama yakın zamanda İngilizce olarak da hazırlayacağım bazı tanıtım yazılarını. 

Albüm ile ilgili fikir edinmek isteyenler, Önder Focan'ın internet sitesinde tüm şarkıların kısa kesitleri tanıtım amacı ile mevcut. Ben aşağıda, Önder Focan tarafından YouTube'da yayınlanan Early in the morning için bir video link veriyorum. Bunun dışında albüm için bir satın alma linki yayınlıyorum. Bu kadar kaliteli ve keyifli bir albüm için ciddi anlamda çok düşük bir fiyat etiketi konulmuşken, caz seviyorum ve dinliyorum diyen herkesin bu albümü koleksiyonuna katması gerektiğini de üstüne basarak vurguluyorum. Malum, bu yazıya ülkemde caz yapmanın zorluğundan bahsederek başladım. Kaliteli yapımlara destek olmayı da bu anlamda felsefe edinmek gerektiğine inanıyorum. Kaldı ki, bu albümü almamışsanız, çok şey kaçırıyorsunuz. Çünkü gerçekten ülkemiz için standartların üzerinde bir performans !

Son olarak eklenecek iki küçük konu var. Albüm ile ilgili biraz araştırma yapınca, "Jazz I Hear"'in Sivas olaylarında ölen insanlarımız için yazıldığını öğrenebiliyoruz. Politik bir duruş ve taraf sergilemeyi sevmesem de, Focan'ın insani duruşunu tebrik etme isteği duyuyorum bu konuda. Duyarlılık bir kişilik kalitesidir ve ölçüsü tutturulduğu sürece takdir edilmelidir. İkincisi ise, yine "25" adlı parça, eşi ile evliliklerinin 25. yılı için bestelenmiş. Sanırım şu an 27. yılı beraber bitiriyorlar. Birlikte daha nice mutlu  seneler dileyerek bu güzel albüm için Önder Focan'a olduğu kadar, emek verdiği bu yolda ona destek olan eşi Zuhal Focan'a da teşekkür ediyorum. 

1- Early in the morning
2- Boşver
3- Eski küçük şehir
4- Bu ada
5- Ruby
6- She sings the telephone book
7- 25
8- Sympatheticus
9- Boğaz'da
10- Yaz sevdası
11- Jazz I hear
12- Hodgesism




Onder Focan Trio & Meltem Ege - Early in the morning



12 Aralık 2012 Çarşamba

Caz tarih mi oldu ?

     Eskiden caz hayatın içerisindeydi, öyle hatırlıyorum. Çocukluğumda, her yerden fırlardı caz bir şekilde. Ama programlardan, ama filmlerden, ama radyo yayınlarından olmadı yarışma programlarında jeneriklerden...  Şimdilerde ise küçük bir kuple caz tınısı duyunca, şaşırıp dikkat kesiliyoruz, hangi dağda kurt öldü acaba diyerek. Sanırım 1970'lerden sonra asla eski popülerliğine dönememiştir caz ama yine de rahatsız da etmeyen müzikler arasındaydı en azından. Duyduğu zaman insanlar, keyifle dinlerlerdi bir şarkı olsun. Tahammülsüz kaçışlar olmazdı demek istiyorum. "Frank Sinatra", "Nat King Cole" gibi devler bile, caz yelpazesine girmezdi de, popüler baladcılar olarak anılırlardı. Caz değildi yaptıkları çoğuna göre ama devlerdi işte. Ve caz'dan çokça haz etmeyen insanlar bile, en azından bu baladcıların şarkılarını sever, onlar çıktığı zaman televizyonda veya radyoda, mutlu olurlardı. Ne güzel dertlerimiz varmış değil mi ? Tartışılan şey, "dev isimlerin yaptığı müzik caz mıdır yoksa daha popüler romantizm akımı mıdır ?" şeklinde... Şimdilerde ise, caz yok oldu dediğim gibi. Silindi hem televizyonlardan, hem radyolardan. Israrla caz çalan radyolar ise dinlenmez oldu. Münferiten halen caz programı sunan, bu işe gönül vermiş insanlar tabi ki var ancak ulaşabildikleri kitle çok az. 



     İki ayrı pencereden bakmak lazım bu olaya da aslında. Evet bugün caz'ın köşesinden bile teğet geçen insanlar çok az ancak o azınlık kitle de daha bilinçli bir dinleyici kitlesi. Taban bir kitle yani. Farkındalık ile caz dinleyen bir kitle. Eskiden sahip olduğumuz daha geniş yelpazede belki bu tarz bir kitle daha bile azınlıktaydı. Güzel melodi diyerek dinliyorlardı belki, belki de sırf senelerce aynı ezgi kulaklarını doldurunca alışkanlık halinde ayak uyduruyorlardı çalan müziğe. Bu da diğer penceresi. 

     Ben her ne olursa olsun, toplumun geneline hitap edebilen bir caz anlayışı taraftarıyım. Yani demiyorum ki, toplum külliyen caz dinlesin. Nihayetinde caz popüler bir tarz değildir günümüzde ve kitlelere hitap etmesi de pek olanaklı değildir. Dünyanın hiçbir yerinde de öyle aman aman kitlesel hareketlere gebe değil artık caz.  Ama diyorum ki, toplum caz müziği sindirebilsin. Duyduğu zaman "bu da ne yahu !" tepkileri vermesin. Kaçmasın, saklanmasın, kanalı değiştirmesin veya sustur şunu demesin. Bunları düşünürken, aslında ilk aklımıza gelmesi gereken ve üzerinde durulması zorunlu olan konu, bu değişimin nasıl oluştuğu. Neden böyle olduğu. Neden insanların, geçmişin tatlı bir tınısıdır, zariftir ve keyiflidir bile diyemediği ve imtina ettiği, uzaklaştığı bir şekle büründü caz Türkiye'de ?

     Cevapların "bence" kısmı basit aslında. Ben de o "benceleri" sıralamak için sarıldım bu yazıya. Nereden başlayalım ? Kıvranıyordum şu yazıya başladığım dakikalarda, açılışını bir Teoman Baber fotoğrafı ile yapmak için... Benim hatıralarımın en eskisi o çünkü... Daha önce de "Take Five" başlıklı yazımda anlattığım hikaye gereği de ayrıca bir sempatim var bu isme. Ancak koskoca internet çöplüğü üzerinde bir fotoğrafını bulmak mümkün oldu, o da oldukça küçük ve düşük çözünürlüklü. Yaptığı programı hatırlamak için araştırayım dedim, o da imkanlar dahilinde değil. "google" amca inatla bana başka her türlü "Teoman"ı dayatıyor anlayacağınız. Yani, biraz vefasızlık var, biraz umursamazlık. İnsanlar çocukluklarında kulaklarına dolmamış tınılara çok da fazla açık olamazlar. Biz o çocukların kulaklarına dolduramıyoruz artık caz müziği. Ustaları anamıyoruz ki isimleri kalıcı olsun. Yeni nesillere o isimleri miras bırakamıyoruz. "O da kim be abi ?" diyorlar şaşkın şaşkın, isimleri anıldığında. Çok yakın temaslarla içlerinden bakarak söylüyorum ki, ülkemin yeni nesli, "Kerem Görsev" denildiğinde bile, donuk bakışlarında tanımıyor olmanın verdiği rahatsızlıktan dahi oldukça uzak görünüyor. Kaldı ki, verdiğim isim ülkemizin en ünlü caz sanatçısı, program yapımcısı. Tanımıyorlar, çünkü kendine has noktalarda ve sadece meraklısı ile buluşuyor caz. Çünkü belgesellerde, yarışma programlarında, dizilerde ve televizyon şovlarında jenerik olamıyor artık caz. Filmlerin arka planında caz tınıları yok. Dediğim gibi, kulaklara dolmuyor caz tınıları beklenmedik yerlerde. İşinin ehli, usta enstrümanistlerimizi dahi tanıtamıyoruz genç nesle. "Aydın Esen" diyoruz, yine aynı donuk bakışlarla "eee.." diyorlar. "Travis Barker" bir numaralı davulcu bu neslin gözünde.  Ya farklı enstrümanı dinliyoruz, ya da birimiz davul nedir bilmiyoruz. Veya Buddy Rich, Gene Krupa, Joe Morello vesaire dinleyememişler daha önce de, işin daha ayıbı, " Okay Temiz "in adını da bilmemekte ısrar ediyorlar. Virtüöz ne demektir'in tanımını bile yapamayan gençler, orada burada, ne idüğü belirsiz kişiler (güya otoriteler) tarafından ismi pompalanan bir kaç adam sayıyorlar aralarında, "bu gitar virtüözüdür" diyerek.... Sonra "Hasan Cihat Örter" diyorum, sessizlik oluyor. Ayıp da olmuyor her nasılsa bu sessizlikler. Ne ustalara ayıp oluyor, ne de emek verenlere nedense. Ayıp olsa da zaten, onların ayıbı değil bu. Popüler kültürü gözlerinin önüne her fırsatta, her yayında, her an sokan ama biraz işe kalite karıştırmaya gelince, saçma sesine dağılan ördek sürüsü gibi ortadan kayboluveren yapımcıların, kanalların ve organizatörlerin suçudur bu. 

 Tabi ki hala yayında bu programlar, eskiden olduğu gibi hala aynı heyecanla da işini yapıyor emektarlar ancak, ya yayınlandıkları kanallar, ya yayın saatleri ? 4-5 sene önceydi sanırım, Kerem Görsev'in caz programını seyredebilmek için gece yarısından sonrayı beklediğimi hatırlıyorum. Biraz da mecburen, "e hadi bu da olsun" diyerek yayına konulmuş kokusu veren emektar programlar, gecenin kör saatlerinde karşımıza çıkıyor ve büyük ustalar bile ancak özel günlerde hatırlanıyor. Bugün Frank Sinatra'nın doğum günü ve eminim ki televizyonlarda programları yapılacaktır. Haberlerde birkaç riyakar spiker, "büyük ustayı saygıyla anıyoruz !" diyecektir. Ancak yarından itibaren kimseler onu anmayacaktır. O Frank Sinatra ki, benim ortaokul yıllarımda bile hayattaydı ve albüm çıkartıyordu. Efsaneydi, imparatordu, en fazla 20 yıl içinde unutuldu. Onu bize hatırlatmayı borç bilenler de, ücra yerlerde, saçma sapan yayın saatlerine sürüldüler. 

Çikolata renkli sanatçıları bize tanıtan adamlar da yok artık, geçmişin o çok sevilen şarkılarını kendi sesinden gençliğe de sevdirmeye çalışan emektarlar da. Varlar aslında ama, dediğim gibi, nerelerde ve hangi saatlerde. Kaç kere reklamı yapılıyor veya programlarının başlamadan önce ? Ne kadar bütçe ayırılıyor o programlara ? Salvatore Adamo, Johnny Hallyday, Pepino Di Capri, Enrico Macias gibi devlerle tanışmış, konuşmuş, röportaj yapmış, ağırlamış ve onları bu ülkeye tanıtmış adamlar da, üzülerek söylüyorum ki yeni nesil için birer şaka konusu olmuşlar. Çünkü o nesle bu ustalara saygıyı öğretemeyen bir zihniyet, bir politika ve ticari kaygılara saplanmış bir televizyonculuk/radyoculuk bakışı süregelmiş son dönemde. Dolayısı ile, bir üniversite seçip, yoldan geçene " Şevket Uğurluer " , " Sezen Cumhur Önal " veya " Erol Pekcan " deseniz, yine bahsettiğim o donuk bakışlarla muhatap olursunuz ve yine bir utanma veya rahatsızlık gözlemleyemezsiniz. Bir de kültürümüze dönüş safsatasından örülme yelek giydirilir bu kültürel çöküşe ve ondan da biraz bahsetmek istiyorum. Sözüm ona kültürümüze dönüyormuşuz ve bizim kültürümüz değilmiş bu garbın müziği. Biz o müzikle kök salmamışız, yoğrulmamışız ve o müzik bize dayatılmış ya senelerce. Evet tam da bu benim de bahsetmek istediğim. Hem de hemen...

     Caz bizim kültürümüz değil, ona ne şüphe. Aramızda New Orleans'lı veya Chicago'lu yoksa eğer, babası atası zenci olanlar hariç, sanmıyorum ben de bizim kültürümüz olduğunu. Klasik Batı müziği de bizim kültürümüz değil keza. Fransızların o eski ve güzel hafif müzik parçaları da bizim kültürümüzle pek alakalı değiller keza. Değiller kabul. Arabesk tamamen bizim kültürümüz ama, ilahi aromalı rap tam da Türk kültürünün göbeğinden fırlama, hele ki dubstep, technotronic, electro pop... Bunlar atamın dedemin müziği değil mi zibidi Türkiyem ? Adam öyle bir icra ediyor ki 3 perdelik, "o bizim kültürümüz değil, onlar bize dayatıldı" sahnesini, zannedersin gidip evde "dumbıra" dinliyor. Hadi onlar bizim kültürümüz değil dedikten sonra, Klasik Türk müziği sunulsa şapkadan, ona da şapka çıkartacağım, o da bizim kültürümüz olmadığı halde. En azından 600 yıllık bir imparatorluk kültürünün taşlarından biridir diyerek. Halk müziğimizi dinlese o isyanlardan sonra bu kitle, ona da sözüm olmayacak. Ama hayır efendim, Arabesque dinliyor adam hem de en bozulmuşundan, en kokuşmuşundan. Orjinali pek kötü de değildir esasında, keyifli bile olabilir. Hani nefesli, diyaframsız, gırtlaklı, flamenko etkili falan. Yok onun da cıvığını çıkartıp, Anadolu'da yoğurulmuş isotlu Arabesk hamurundan açıyor böreği. Rap dinliyor sevgili gençliğim. 

     Evet böyle devam edelim, o tam da bizim kültür, üstelik kalite had safhada. Ama eski ustaları unutalım, saygı göstermeyelim, adlarını bile bilmeyelim. Türkiye'nin dünya çapında isim yapmış sanatçılarını itina ile görmezden gelmeye devam edelim. Biraz olsun kaliteli müzik yapmaya çalışan programları görünce, hemen bulduğumuz ilk diziye çevirelim kanalı, o saatte yayınlanan bir dizi de varsa eğer, sanmıyorum ya... Ot dolduralım kafamızın içine de, düşünmeyelim aynı zamanda, neden buna sürükleniyoruz, neden soyutlanıyoruz, neden popüler kültüre saplanıyoruz, neden emek harcanan her şey unutuluyor da, bir klavye başında, ne enstrümanistliği bilen ne de vokal olabilen gereksiz ucubeler tarafından yapılan müzikler baş tacı ediliyor, neden Türkçe konuşmaktan aciz adamlar da bunları pompalayıp bize yediriyor diye. Mazallah, düşünürseniz belki değişir, sakın ha !








10 Aralık 2012 Pazartesi

Caz yap Cem Adrian !

     Bugün bahsetmek istediğim albüm ve sanatçı, benim perspektifimin biraz dışında. Yine de birazdan açıklayacağım nedenlerden dolayı, bu albümü ve dolayısıyla sahibini tanıtan bir yazı yazmak istedim. Konu caz'ın dışına çıkınca, söyleyecek çok bir şey bulamıyorum aslında. Ama iyi bir sesi anlamak için onun caz söylemesine de gerek yok. Yıllardan beridir de, çok önemli bir ses olduğu ve dünya çapında bir yeteneğe dönüşeceği söylenen, beklenen hatta yılan hikayesine dönen adam, Cem Adrian. Geçtiğimiz sonbaharda yeni albümü ile karşımıza çıktı. Ben de bu yazıyı yazdığım esnada, ilk kez dinliyorum albümü aslında. Hatta Cem Adrian'ı ilk kez dinlemişliğim de, yine o ismini duyurduktan çok sonraya dayanır. 2008 veya 2009 civarında ilk kez adını duyup sesi ile tanışmıştım.

     O zaman da, sesin çok iyi olduğunu anlamak için fazla da bir çaba sarf etmek gerekmemişti. Bu yüzden de, bu kısmı kısa geçiyorum. Sesi çok iyi, çok güçlü, çok esnek ve çok zor çıkışları ve geçişleri dahi çok kolay gösterebilecek kadar da iyi kullanıyor sesini. Efendim 7 oktavmış, ses telleri çok uzunmuş... Detaylar detaylar... Adamın sesi bir harika diyor ve bu bahsi kapatıyorum.


     Albüm ile ilgili fikirlerimden bahsetmeden önce, Cem Adrian ile ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Evet sesi harika. Ama tabi ki enstrüman seçkinliğine ve virtüözlüğe gönül vermiş bir caz sever olarak, harika sesler benim için yeterli olmayabiliyor. Doğru eserler, doğru insanlar ve doğru projeler bir araya gelmedikçe de, bu tarz sesler eriyip gidebiliyor müziğin evrensel tünelinde. Bu noktadan başlayacağım eleştiriye. Öncelikle bana Türkiye'de sevdiğim sesler sorulsa, ilk sıralarda söyleyeceğim bir isim olan Cem Adrian'ın en sevdiğim şarkısı sorulsa, ya bir sessizlik anı yaşanır, ya da "summertime, güzel söylemişti..." derim. Tabi ki, sanatçı zevk aldığı ve beğendiği eserleri seslendirecek ve tarzını da kendi zevklerine göre şekillendirecektir ancak, şu an için yürüdüğü patika, Cem Adrian'ın güçlü sesi için biraz dar ve engebeli. Zaten Türkiye şartlarında şarkı söyleyip kendini göstermek oldukça zor. Popüler kültür tüm dünyaya hakim olsa da, Türkiye'de artık bir monark da değil, tam anlamı ile bir diktatörlük olmuş durumda. Bu ortamda kafanızı çıkartıp benim sesim güzel demek de, hiçbir şey ifade etmiyor kitle için. Kaç tane nitelikli sesi gömdü bu piyasa ve kaçına şu an bildiğiniz pop yaptırıyor. 

     İkinci olarak Cem Adrian'ınki gibi kaliteli bir ses, bu sınırların dışını da düşünerek müzik yapmalı bence. Ve geniş kitleleri hedeflemese de, (ki kaliteli sesler geniş kitlelerde çok yankı bulamaya da bilir zaten) kaliteli müzik algısı gelişmiş kitleleri hedeflemeli. Yani anlayacağınız, itirazım Cem Adrian'ın, çok elektronik ve çok fazla alternatif rock (alternatif rock deyiminden de haz etmiyorum aslında, main stream rock şakpasını tüm diğerlerine giydirip kategorize etmektir alternatif rock demek.)  kokan tarzına. Bu tarz benim görüşümle çok sıkıntılı ve kör kuyu gibi. Ne kalabalık kitlelere hitap eder ne de görece olarak da olsa kaliteli müzik algısı gelişmiş kitleleri cezbeder. Eminim ki, Cem Adrian'a sorsak, "umurumda değil ki kitlelerin beni dinlemesi, ben dinleyicimle memnunum" kabilinden bir kelam edecektir ancak, acaba dinleyicisi onunla memnun mu, asıl soru  bu...


     Eleştiriyorum ya, kesin okuyanlar itirazları sıraya diziyorlardır içlerinden, veya okusalar dizeceklerdir. Halbu ki, forumlarda, yorumlarda ve Cem Adrian'ın adının geçtiği her yerde, sevenleri hep aynı şeyleri söylüyor, yazıyor ve bıkmadan dile getiriyorlar. "Değerin bilinmiyor", "Türkiye seni anlamıyor", "O ses çok daha iyisine layık", "Sen boşver onları" vs... Benim burada yaptığım eleştiri de aslında, sevenlerinin sonucunu söylediği şeylerin nedenlerini açıklamak dışında bir şey değil. Cem Adrian özel bir ses ama elektronik takviyeli alternatif rock yapıp, sound daha yumuşak dursun diye piyano ve keman ekleyerek sesini gösteremezsin, dünyaya tanıtamazsın, bırakalım bunları, Türkiye'de bile çok fazla ileri gidemezsin. Sonra daha çıplak pozlar verip kaslarını ön plana çıkartırsın, sansasyonel klipler çekip tepki toplayarak reklam yaparsın ve bir gün sırt üstü yatakta uzanırken, "ne yapıyorum ben ya" dersin. Çünkü biliyorsundur ki, bunlara ihtiyacın yoktur, olmamalıdır ve her nasılsa hakettiğin değeri bulamıyor olmak çok da gereği olmayan şeyler yaptırıyordur insana.



     Her insan yeteneğinin karşılığını beğeni olarak almak ister. Bu çok da doğaldır. Sesini enstrüman olarak kullanan bir sanatçı da, doğal olarak alt yapı sesini ezmesin ister, sesinden başka şeyler çok da dikkat çekmesin ister... Cem Adrian'ın da şarkılarında bu var biraz. Müzikal altyapı genellikle ilgi çekici değil ve hatta yetersiz. Daha çok Adrian'ın sesini dinliyoruz. Virtüözlük elementi yok gibi ve sesten başka insanı alıp götürecek bir şey bulamıyorum dinlerken. Bir orkestrasyon da söz konusu olmadığı için, yükselip tepe noktalar da oluşturmuyor herhangi bir nokta ve insanı heyecanlandırıp o içten gelen hissiyatı sağlayamıyor müzik. Sanki matematik veya teknik bir mükemmellik bekleyip, bunu bir metronom gibi şaşmadan şarkı boyu koruduğumuz konsantrasyonun odağına yerleştirmemizi bekliyor Cem Adrian. Üzülerek söylüyorum ki, insanlar şarkı dinlediği için maaş almıyorlar ve iş ciddiyeti ile birilerinin sesini dakikalarca takip edip, sonunda da, "ohooo, adam hatasız abi..." demeyecekler. Bir çok büyük sesin yaptığı gibi, insanları an'larda vurup, kabuğuna çekilecek, daha etkileyici tarzlar geliştiren şarkılar, sesi gösterir ve dinleyiciyi de sürükler. Başka ekoller de söz konusu olabilir tabi ancak onlar da kendi adına birer ekol geliştirdikleri için vardır. Amy Winehouse mesela, taklid edilemez bir ekol. Tabi ki büyük de bir ses. Cem Adrian'ın sesi, belki de ondan çok daha yetenekli ve güçlü bir tını olmasına rağmen, malesef bu ekolden de yoksun, şarkı seçimleri de vurucu değil. New Age temalı, rock sound'lu, (bu sound için Türkçe bir kelime bulmam gerekecek) ve elektronik takviyeli, biraz buhranlı, biraz da genç bir müzik Cem Adrian'ın yaptığı. Dürüstçe söyleyebilirim ki, 18 yaşımda olsam çok daha fazla ilgimi çekerdi. Ama o zaman da Cem Adrian'ın sesi ile bu kadar ilgilenmezdim. 

     Bir diğer sorun, çok fazla şey söylüyor Cem Adrian şarkılarında. Şunu anlayabilirim, bu kadar yetkin bir sesi idare ettiğine göre, tabi ki zeki bir adamdır. Ancak şarkıları buluşturmaya çalıştığımız kitle Yale Üniversitesi 2011 mezunları değil. Toplumla buluşturmaktır amaç. Toplum da bilindiği üzere, 90-110 aralığında gidiyor. Bu kadar çok şey söyleyip arada insanların aklında kalacak tek bir satır bırakmazsak, onlar da doğal bir tepki ile hatırlamazlar. Aslında anlatmak istediğim şu; müzik dinliyorsak, sözlerden hayatın anlamını çıkartmanın manası yok. Şiir yazarken bunu deneyebiliriz. Ancak konu müzik. Ben Cem Adrian'ın ne dediği ile zerre kadar ilgilenmiyorum çünkü, Cem Adrian'ın hayat felsefesini referans almıyorum, onu bir filozof olarak görüp değer vermiyorum ve Cem Adrian ne düşünüyor diye aklımı yormuyorum. Mesajlar da istemiyorum dolayısıyla Cem Adrian'dan. Ben Cem Adrian'ın sesi ile ilgileniyorum ve o sesin özelliklerini, esneyişini, nameler yapışını, mümkünse gırtlağındaki titremeyi ve çıkışlarındaki gücü hissetmek için dinliyorum müziğini. Ve dinlerken görüyorum ki, bunlar istediğim kadar ön planda değiller ancak birşeyler anlatıyor sürekli Adrian'ın şarkıları. Hatta albümleri bile konsept albümler. Adrian sürekli mesaj veriyor. Tiyatro seyretmek kadar konsantre oluyor onun albümünü dinlemek ve müziğin beni rahatlatacağı, başka diyarlara götürüp gülümseteceği veya ağlatacağı, beni bu dünyadan soyutlayacağı an asla gelmiyor. Oysa ki ben sürekli yorulduğu için, bir albüm koyup beynimi dinlendirmek istemiştim. Tüm bunlara, müziğin de beynimi doyurmaması ekleniyor ironik bir şekilde. Albümün tiyatrosu bu kadar yorarken, müziğin basitliği ve dinlerken kendimi bir "ergen" barında, kız arkadaşıma farklı olduğumu ispatlama çabasında hissettirişi... Halbu ki adamın sesi çok iyi...

     Bu kadar güçlü sesler, Amerika'yı yeniden keşfetmemeli diyorum hep. Öncelikle biraz cover yapmalı sanki. Zor parçalar, ustaların seslendirebildiği, ustalık isteyen parçalar, ölümsüz parçalar okuyup, insanlara o ustalardan farklarının olmadığını, onlarla aynı kulvarda koşarak göstermeli, bunu insanların zihnine yazmalıdırlar. Sonrasında da, kendilerini binlerce basit sesin müzik yaptığı loş kulvarlarda harcamak yerine, doğru patikaları seçmeliler. Bu bence caz olur, belki Adrian'ın sesi özelinde soul - blues ikilisi daha uygundur, bir başkası için sesinin özelinde bambaşka bir müzik olabilir veya Cem Adrian hangisinden daha çok keyif alacaksa odur. Ancak eminim ki, bu kadar karanlık, bu kadar karartıcı ve ne kaliteye ne de kantiteye hitap edebilen bir tarz değildir. Veya Cem Adrian, bu kadar şahsına münhasır değildir. O ses ile, ben ne istersem onu yaparım, özgürüm modeli bir araya gelemez. Birilerine mâl olmak zorundadır o kadar ciddi yetenekler ve onu beğenen insanlara, yeteneğini gösterme, eksenini genişletme ve adını doğru şekilde duyurma borcu vardır. 


     Çok eleştirdim farkındayım ama çok kızdığım içindir. Bir çok insana çok kızıyorum hiç içimi açmayan müzik yaptıkları için ancak eleştirmiyorum onları. Zaten yapabileceklerinin maksimumunu yapıyor onlar. Ama Cem Adrian, şu an ciddi anlamda %3 potansiyel gösteriyor. Bu yüzden kızıyorum. Bu yüzden itirazım, isyanım ve direnişim. Ben bencilce, "caz yap Cem Adrian" derim. Ama aslında, sadece uzunca bir yazı ile anlattığım negatifliği kaldır müziğinden. Ne yaparsan yap, istersen kökenini vurgulayacak Balkan tadını kat (ki çok ciddi bir külliyattır Balkan müzikleri), istersen nefesini göster ve flamenko yap. Ama daha pozitif ve aydınlık olsun ve kulaklarımıza sesinle beraber müzik te dolsun. Sesin güzel tamam ama, hem onu biraz daha zorla hem de yanı sıra müzik yap Cem Adrian. Yaptır veya, iyi müzik yaptır. Daha karmaşık müziklerin arasında harmanla sesini, enstrümanların insanı dehşete düşüren ahengi ve soloları ile yarıştır. Galip yine senin sesin olacaktır ve o zaman insanlarda çok daha büyük keyif bırakacaktır. Ve "burnundan" çıkartacağın kadar bile ses çıkartamayan gereksiz isimlerle düet yapma Cem Adrian. İlla düet yapacaksan, git Celine Dion ile yap, Sarah Brightman ile yap, Adele ile yap bunlar olmuyorsa, hiç yoktan... Kendi sağlığın için. Düeti gördüğümde, ilk tepkim kıkırdamak olmasın yani, rica ediyorum.

     Ve evet, hepimiz daha özgür düşünce, daha özgür ve cesur toplum istiyoruz ama dozaj önemli. Radikal girişimlerin kimseye marjinal düzeyde faydası yoksa, iktisat denklemini tekrar gözden geçir derim. Haftada birden çok kez yaptığımız birçok şey var ama bunların hepsini toplumla paylaşma isteğimiz olduğunu sanmıyorum. Özel hayat denilen bir müessese de var ve hepimiz onu seviyoruz. Sen sevmiyorum diyorsan, sevenlere saygı göstererek bir deneme yapabilirsin. Bir hatayı, inatla ve kökten savunmaya kalkarsan, daha çok hataya ve tepkiye neden olur. Binlerce insan sana tepki gösterirken seni büyütebilecek tek şey, onların tepkisine saygı gösterip hata yapmış olabileceğini kabullenmektir. Amaç onları kendinden soğutmak değilse tabi...

     Bu kadar eleştirinin içerisinde hiç mi olumlu bir şey yok acaba... Var tabi ki, o da çok önemli bir algı bence. Türk müzik geleneğinde, en sevdiğim sanatçılar, arabesk ve minör etkisinden kurtulabilenler. Ortadoğulu olmadığımızı hatırlayabilenler bunlar. Bu ezgileri birer lezzet olarak müziğe katmak başka şey, bütün altyapıyı bunların üstüne kurmak bambaşka. Ülkemin en hoppa popçusu bile, bu akımdan kendini ayıramıyor ve eriyip gidiyor minör kürekli arabesk kayığının bir köşesinde. Cem Adrian'ın müziği bu etkinin yanından yakınından geçmiyor ve bu anlamda beni de boğmuyor. Bu da bence çok önemli bir şey. Dünyanın çevresi kadar eleştirdikten sonra, son anda yine belirteyim ki, bu kadar eleştirdiğim bu adamın sesinden gerçekten de dünyanın çevresini dolaşsanız çok fazla bulamayacaksınız. Çok keyifli sesi var ve ben de bu yüzden bunları yazıyorum. Çünkü bencilim ve bu kadar nitelikli bir sesi dinleyip keyif almak istiyorum. Caz yap Cem Adrian demiş miydim ?

     Bu yazıyı okuması muhtemel Cem Adrian severler itiraz edeceklerdir tahmin ediyorum. Cem Adrian ise, bunu okuyacak olsa, klasik sanatçı egosu ile "senden akıl alacak değilim ya..." diyecektir. Herkes halinden memnundur yani tahminimce. Ancak, ben diğer taraftan konuştum. Biraz da albümden konuşayım. Bunu yaparken de eleştirmeden, yaptığı müziğin penceresinden bakmaya çalışayım.... Güzel olmuş. 

     Şaka bir yana, benim ilgi alanımın biraz dışında olduğu için çok yorum yapamıyorum. Ama yapacağım kadarı ile yine müzikal açıdan yetersiz, ses açısından ise benim eleştiremeyeceğim kadar iyi olduğunu söyleyebilirim. Ben daha çok sesi için dinlediğimden, çok da fazla yorumlamadan albüm ile ilgili bağlantı vereceğim. Çok da zor olmayacak bu aslında, çünkü albümü tt.netmüzik aracılığı ile dinleyebilmeniz söz konusu. Ticari kaygılarının çok fazla olmadığına yordum bunu, öyle yormak istedim en azından. Bu yüzden de, teşekkürler Cem Adrian. 

Resmi yayıncısından veya kendinden yayınlanmış bir eser bulamadığım için, YouTube bağlantısı paylaşmıyorum. Aslında bir eser buldum da, polemik potansiyeli açısından o bağlantıyı vermek istemedim. Anladınız siz... Sırf caz yapsın diye, summertime için bir video bağlantısı veriyorum :)






9 Aralık 2012 Pazar

Krall Kırıklığı...

     Çocukluğunuzdan beri efsanevi caz vokalistlerinin seslerine olan hayranlıkla heyecanlanıp onların artık pek de kolayca ortalıkta bulunmayan eski konser kayıtlarını aramakla zaman geçirince, bir noktadan sonra, artık benim de bugününü takip edebileceğim, önümüzdeki konserini bekleyebileceğim ve canlı bir yayınına denk gelebileceğim bir yıldızım olsun isteyebiliyorsunuz. Daha da acıklısı, bazen bu kişi zaten tam da oradayken, yıllarca bunun farkına da varamayabiliyorsunuz. Ben de Diana Krall'ın çok geç farkına varmıştım. Hatta utanmayı bir kenara bırakarak itiraf edeyim ki, 2000'lerin başında tanışabildim Krall'ın cazibeli sesi ile. Henüz 30'larının başında ve oldukça güzel bir kadın albümün kapağını yeterince baştan çıkartıcı bakışlarla süslerken, aslında albümün içeriğinden çok şey beklemiyorsunuz. Ne de olsa, kapağı yeterince doldurmuşken, çok da iyi müzik yapmaya gerek yoktur. Ne yapsanız bir kitle oluşur. Krall, kapağından vazgeçip albümünü dinlediğimde, beni şaşırtmıştı. Muhteşem bir ses ve bunun kritiğini yapmak beni aşacaktır. Sonraları 4 yaşındayken başladığını öğrendiğim piyano tekniğinin kritiği de beni aşacaktır muhtemelen. Sadece farklı bir deneyim olmuştu o dönem benim için Krall deneyimi ancak sesinin muhteşem olduğu su götürmez bir gerçekti. Bossa Nova'lar ve baladlar da çok yakışmıştı ona.

Balladlar ve Bossa Nova'larla dolu Look of Love albüm kapağı.

     Şimdi itiraf etme gereği hissettim, sesi muhteşemdi ama bazı klasikleri o kadar ağır yorumlamıştı ki, enerjisi eksikti albümün. O hali ile de benim için sadece romantik anların yemek müziği solisti olma tadında kalmıştı. Bir çok yorumunu sadece sesi için dinledim ve keşke biraz daha enerji dolu olsa diye içimden geçirdim. Yine de sevdim Diana Krall'ı çünkü kaliteli kadın vokal bende tarifsiz bir etki bırakıyor. Neden sonra, eski albümlerini de araştırıp "all for you: a dedication to the Nat King Cole Trio" ile karşılaştım. Bu albüm ile geriledi bendeki Diana Krall hayranlığı biraz. Çünkü tıpkı Krall gibi ben de babamın eski albümlerini karıştırarak bulaşmıştım bu müzik arkeolojisine ve Nat Cole Trio'nun da müziği enerji doluydu bilindik hali ile. Bir iki şarkı dışında, yine enerjisi eksikti albümün ve daha önce dinlediğim (aslında o dönem için daha güncel olan) albümünün aksine bu sefer bu eksiklik müziğine kötü yansıyordu. Böylece uzun süre, ölü gecelerin baladcısı olarak kaldı benim için Diana Krall. Keşke o zaman daha çok uğraşıp daha fazla albümüne ulaşsaymışım. İki albümü bir köşede durdu ve ara sıra çıkartıp bunları dinlemekle yetindik. 

All for You albüm kapağı.

     2002 yılında "Live in Paris" ile tekrar dinleme olanağı buldum Diana Krall'ı. Kadro muhteşemdi herşeyden önce. Anthony Wilson, çok da mainstream caz müziğe uygun görünmeyen gitarı büyük ustalıkla adapte ediyor ve John Clayton bu sefer müziğe muhteşem bir enerji ve dinamizm katıyordu. Özellikle benim gibi davula kulak kesilip müziğin kalanını silip atabilen dinleyici tarzına ise asıl etiketi Jeff Hamilton'ın neşeli varlığı yapıştırıyordu. Caz algılarımı birbirine katan bir deneyimdi, o konser kaydından dinlediğim Devil May Care. Hayatımda duyduğum en güzel yorumu olduğundan emindim ve harika bir gitar ve piyano solosu ille beslenmişti. John Clayton da "devil may care" dedirtiyordu performansta. Albümün enerjisi beni öylesine büyülemiştir ki, 2009-2010 yıllarında, beraberimde askere götürdüğüm 4 gb mp3 içerisinde tüm albüm yer alıyordu ve 15 aylık süreyi biraz da bu şarkılarla geçirdim. Tabi Live in Paris sonrası Diana Krall algım da tamamen değişti. Çalıştığı tüm ekip tevazusundan ve naifliğinden bahsediyor ve Krall'ın skandalsız ve güzelliğine rağmen sesine ve sanatına odaklanmış yaşantısı, 2000'lerin popüler kültüründen uzak çizgisi ve çocukluğunda edindiği müzik arkeolojisi standartları beni oldukça etkiliyordu. Biraz da kızdırmadı değil açıkcası. Sonuçta ben de aynı şekilde çocuk yaşlarda tanışmıştım bu müzik geleneği ile ve albüm karıştırıp onu bunu dinleyerek yıllar geçirmiştim. Aynı isimlerden etkilenmiştim hatta, Louis Armstrong ve Ella Fitzgerald. Ama 4 yaşımda piyano öğrenip 15 yaşımda geceleri sahneye çıkmaya teşebbüs etmemiştim. Tabi bir de onun kadar güzel değildim. Aslında kadın da değildim en başında...

     Sonuç olarak, birazdan 2012 albümünden bahsedeceğim hatun kişi, caz dinleyiciliğimin özellikle son 10 yılını şekillendiren ve benim için oldukça önemli bir kimlik. Belki bu yüzden girizgahında tonu düşük tutup özellikle eleştirmeye çalıştım. Aslında çok da eleştirilecek bir yanı yok benim için. Herşey bir kenarda duruyor olsa, sırf sesi için kalbimdeki yeri çok ayrıdır Diana Krall'ın. Kariyeri boyunca aldığı ödüller ve profesyonel komplimanlar ise zaten benim burada yapacağım her türlü eleştiri veya komplimanı anlamsız kılacak kadar net. Ancak son albümüne gelince işler benim için değişiyor. En azından benim için. 


     Glad Rag Doll için, Diana Krall kendisi de, "Bu yapmam gereken bir albümdü ve benim yeni yönelişim değil. Geri döneceğim..." kabilinden şeyler söylemiş olsa da, bu benim eleştirmeyeceğim anlamına gelmiyor. Acaba yapması gereken bir albüm müydü, yoksa eksi caz artı geleneksel motif ve country tarzı biraz da blues sound popülerlik için bir adım mı ? Bildiğim bir tek şey varsa, bu albümden bahsederken bile caz ile ilgili yazdığımdan emin değilim. Albümdeki resimlerle ilgili olarak da, o dönemlerdeki kadınların çok daha ileri giden pozları olduğunu ve dönemi yansıtmaya çalıştıklarını dile getirmiş Krall ama bana yine popülist bir strateji kokusu verdi pozları. Yine de 47 yaşında bu güzelliğe şapka da çıkartmıyor değilim. 


     Albüm süresince, davulcu nerede diye sordum kendime. Davul gerçekten nerede ? Ne yapıyor, bir köşede kendi partisini mi veriyor yoksa o da mı country ve blues etkisine kendini fazla kaptırmış, bitse de gitsek diyor. Ayrıca zaten, neden Krall Rock'n Roll ve Blues söylüyor. Kendini borçlu hissettiğini düşünerek söylüyorum ki, ben de çocukken Rock'n Roll ve Country dinledim ama büyüyünce unuttum. Tıpkı top oynarken düşüşlerim gibi. Eğer Krall hala o düşülerden dizinde izler kaldığını düşünüyorsa, albümdeki seksi pozlara bakarak söyleyebilirim ki, belli olmuyor!.. 


     Albümde en çok hoşuma giden şey de bu resimler oldu açıkcası. Hani diyebilirim ki, eşi Elvis Costello'nun bir iki parçasını çokça sevmesem, tehlikeli olabileceğim kadar etkiledi beni resimleri. Bu işi Krall genelde müziği ile yapardı. Albüm eleştirildi, bunun ben de farkındayım. Ben eleştirmenin ötesine gidiyorum. Bu Diana Krall değil. Eğer bu Diana Krall ise, daha önce dinlediklerim değildi. 1920'lerin tarzına uygun şarkılar seçmesi ve farklı birşeyler yapması değil benim eleştirdiğim. Buna saygı dahi duyarım. Sorun albümde bir Krall dokunuşu olmaması. Piyano dışında duyduğum pek bir müzik de yok ortalıkta doğrusu. Bas çok klasik ve dikkat kesilene kadar etkileyecek hiç bir hamle yapmıyor. Davula tekrar ağız dolusu bağırmak istiyorum. Çünkü cidden orda bir davulcu değil de, kız lisesi bandosunun trampetçisi varmış gibi hissediyorum. 

     Diana Krall, bu 1920 ekolünü çok daha güzel dokunuşlarla işleyebilecek bir kabiliyet ve dokunuşa sahip. Bizde rahatlıkla bir quartet etkisi  yaratıp, bu eski parçaların caz yorumları ile karşımıza çıkabilirdi. Daha etkili davul süslemeleri ile zenginleştirilmiş, bas etkisini hissettiğimiz bir müzik ziyafeti yaşatabilirdi. O ise bir kabare sergilemeyi tercih etmiş. Dinlerken gözlerimin önünden kollarını birbirinin beline atıp bacaklarını kafalarına kadar sallayarak yana doğru yürüyen jartiyerli kızlar geçiyor. Krall kırıklığı yaşıyorum, çok daha enerji dolu ritimler, belki bir kaç değişik enstrüman dokunuşu, biraz armonika, gitar ve daha canlı baslar hayal ederken. hayal bile edemiyorum davulu tekrar tekrar düşündükçe. Ben bu albümün satış linklerini ve parça listesini paylaşırken, Diana Krall'a yalvarıyorum, lütfen fazla ara vermeden bir telafi albümü ile caz dinleyicin ile barış diyerek. 

     Dinleyici kitlesi de bu tarz ile beraber ikiye bölünmüş durumda. Benim başta karşı çıktığım nokta ise, Krall'ın bu dönüşünün yeni denemelere yelken açış ve bir perspektif genişlemesi olarak görünmesi. Sonuçta daha popüler bir tarza yelken açarken risk aldığınızı iddia edemezsiniz. Krall şu hali ile, benim için efsanevi bir caz solisti olmaktan, seksi bir pop yıldızı olmaya doğru geçiş aşamasında. Biz de onu, bu olmadığı için sevmiştik. 

     Madem ağız dolusu eleştirdin, neden yine de satış linkleri ve parça listesi veriyorsun diyebilirsiniz. Cevabı basit, ne olursa olsun Diana Krall albümüdür ve raflarda eksik kalmamalıdır. Defalarca dinlemeyecek bile olsanız, Krall divadır, yaşarken efsanedir, şimdiden klasiktir ve her albümü koleksiyonda bulunmalıdır. Bence mutlaka değerlendirmelerini doğru yapacak ve yuvaya dönecektir. Ve hepsinden öte, ne yaparsa yapsın sırf sesinin cazibesi için dinlenir...



1. We Just Couldn’t Say Goodbye
2. There Ain’t No Sweet Man That’s Worth the Salt of My Tears
3. Just Like a Butterfly That’s Caught in the Rain
4. You Know I Know Ev’rything’s Made for Love
5. Glad Rag Doll
6. I’m A Little Mixed Up
7. Prairie Lullaby
8. Here Lies Love
9. I Used to Love You But It’s All Over Now
10. Let it Rain
11. Lonely Avenue
12. Wide River to Cross
13. When the Curtain Comes Down
14. As Long as I love
15. Glad Rag Doll (Alternate version)
16. Garden in the Rain
17. There Ain’t No Sweet Man That’s Worth the Salt of My Tears (Alternate version)





YouTube bağlantıları...


Albüm parçalarından küçük kesitler içeren tanıtım.


Wide river to cross...


Eşi Elvis Costello tarafından yapılan röportaj...